KUR’AN, MU’CİZAT-I AHMEDİYE’NİN TA KENDİSİDİR!? (IV)

Sevgili okurlar…

Dünkü sohbetimizde Risale-i Nur’dan Onüçüncü Söz’ün bir bölümünü sizlerle paylaşmıştık... Geriye kalanı da bugün aktaracağımızı ifade etmiştik… Çünkü bir bütünlük içerisinde, Onüçüncü Söz tüm müştemilatıyla, İslam ümmetini uyarmaktadır... Peki, Onüçüncü Söz’ün geriye kalan bölümünde, Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri neler söylüyor? Diyor ki;

***

"Biz Peygambere şiir öğretmedik..." bir sırrını bil.

Hem "...bu ona yakışmaz da" âyet-i sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe'ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur'ân'ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır. Meselâ,

"O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz." Enbiyâ Sûresi 104. Ayet

"O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter." A'râf Sûresi 54. Ayet

"Tek bir sesledir ki, onların hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler." Yâsin Sûresi 53. Ayet gibi hadsiz hakikatleri buna şahittir.

Kur'ân'ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i'caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, her şey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur'ân'ın lisan-ı ulvisinden

"Göklerde ne var, yerde ne varsa, her şeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti her şeye galip olan ve hikmeti her şeyi kuşatan Allah'ı tesbih eder." Cum'a Sûresi 1. Ayet gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem, “Yusebbihu” sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat "Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu (Allah'ı) tesbih eder." İsrâ Sûresi, 17:44.  sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa, ber ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin.

Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur'ân'ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette her bir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i'caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i'câzı içinde bu nevi i'câzını zevk edemezsin.

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın en yüksek bir derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak.

Şöyle ki:

Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Her bir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.

İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun her bir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve her bir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur'ân'ın tasvirine "Maşaallah, bârekâllah" deyip, "Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur'ân-ı Hakîm!" demişler.

* * *

İşte sevgili okurlar… Üstadın tefsirinde, hakikatler nasıl da fışkırıyor… Kur’an-ı Mu’cizül Beyan, Üstad Bediüzzaman’ın kalemiyle tarif edildiği zaman insan daha bir aşkla, Kur’an-ı Kerim’in büyük bir mucize-i ilahiye olduğunu, Hz. Muhammed (S.A.V)’in kalbi üzerine vahiy olarak indiği inancıyla, İslam’a sarılıyor...  Ve Kur’an-ı Kerim’in tüm beşeriyetin doğru yola girmeleri için büyük bir hidayet kaynağı ve düstur-u ilahi olduğunu sahih bir şekilde idrak edebiliyor…

***

Çok derin, bahr-ı umman gibi, ayetlerin dilinden çıkan çok büyük sırlara vakıf olabiliyor... Kur’an’ı harfi harfine, cümlesi cümlesine, ayeti ayetine, suresi suresine tamamıyla büyük bir ilim kaynağı olduğunu, gaybî olmayan bütün müzahirat-ı ilahi içinde olduğunu Kur’an bizatihi haykırıyor…

***

Bu itibarla beşeriyet ne yaparsa yapsın, illaki Kur’an’ın hâkimiyeti altında kendini konumlandırmalıdır… Eğer beşeriyet Kur’an’a yüzünü çevirirse başka cephelere yönlenirse, o beşeriyet insanlıktan çıkar, nasip alamaz!

***

Nitekim, Kur’an-ı Kerim “Maide” suresinin 60. Ayetinde mealen aynen şöyle buyuruyor;

De ki: “Allah katında cezası bundan daha kötü olanları size haber vereyim mi? Onlar, Allah’ın lânetlediği ve gazabına uğrattığı, içlerinden maymunlar ve domuzlar çıkardığı kimseler ile şeytanlara tapan kimselerdir. İşte bunların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.”

***

Maazallah. İnsan Allah yolunu unutursa, Allah’ı inkâra kadar kendini saptırırsa aynı Kur’an’ın buyurduğu gibi birer tane domuz ve maymun halini alır... Şeklen olmasa dahi karakteristik olarak birer domuz ve maymun gibi yaşarlar… Allah muhafaza etsin. Allah korusun.

***

İnsan ancak tevhit inancıyla, Hz. Muhammed (S.A.V)’e iman getirmekle, Kur’an’a sarılmakla insanlığın yüce mertebesine ulaşabilir. Aksi takdirde ayette geçtiği gibi günümüz insanları, geçmişte nice kavimlerin maymunlaşarak ve domuzlaşarak ormana ve dağlara sürüklendikleri akıbeti yaşamaları kaçınılmazdır...

***

Şeklen ve fiziksel olarak da olabilir, karakter ve ahlak olarak da olabilir... Allah korusun.

Bugünkü insanlığın yaşam tarzı iman nokta-i nazarında hakikatlerden uzak! Onun için de fiziksel olmasa bile domuz ve maymun hali yaşamakta oldukları görülüyor. Zaten yaşam biçimleri onları ele veriyor… Kur’an’ın işaret ettiği açıkça ayetler bize ne söylüyorsa, öyledir. Onları tamamıyla can kulağıyla dinlememiz lazım, öğrenmemiz lazım, okumamız lazım ve hayatımıza adapte etmemiz lazım!

En derin saygı ve sevgilerimle.