SAİD-İ NURSİ’SİZ TÜRKİYE MANEVİYATSIZ KALIR!

Evet sevgili okurlar!
Bilindiği gibi iki gün evvel AK Parti’nin 3. Büyük Kongresi vardı. Tekrar eksiksiz ve noksansız, karşısında tek bir muhalif olmadan AK Parti liderliğine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan seçildi.
Kongrede şunları söylüyordu:
"İçeride ve dışarıda terörden nemalananlar var. Ayaklarının altında istismar zeminleri kaydığı için sağa sola saldırıyorlar. Futbolu dahi tahriklerine alet edecek kadar ileri gittiler."
"Doğu’daki ana ile Batı’daki ana, yavrusunun başında aynı Fatiha’yı okuyor, buna rağmen acı dinmiyorsa ciddi sorun vardır."
Ah bu ciddi sorun, ama ne ciddi sorun.
Sevgili okurlar, bu ciddi sorunun keşfine inmek ve kökten söküp atmak için Türkiye başaramadı. Ve başaramaz gibi gelir bize..
Her nedense bilemiyoruz…
"Türk, Kürt, Alevi kardeşimin azınlıkların meselesi benim meselemdir."
"Demokrasinin ertelenebileceğini vehmedenler, karşısında milleti bulur. Bizi demokrasi yolundan alıkoymak, kirli senaryolarla ülkeyi karanlığa sürüklemek isteyenler oldu."
Cumhurbaşkanımız ise Büyük Millet Meclisi açılışında aynen şunları söylüyordu:
"Bu meselelerimizi bir an evvel çözmemiz lazım. Eğer biz çözmezsek başkası gelip çözebilir"!..
Cumhurbaşkanı aslında; şu gerçeğe dikkat çekiyor. Türkiye gelecekte çok önemli olaylara ve badirelere hamile diye!..
Anlaşılan odur ki; Türkiye, Cumhuriyet’ten önceki Osmanlı’nın son dönemini yaşamaktadır.. O dönemde Osmanlının yaşadıkları vahim bediler hepimizin malumudur. Öyle ki, 'Osmanlı' devleti bölünüp parçalanıncaya kadar 'sinsi senaryolar' hep icra edildi.
Ve bunun başını çeken devletin bünyesine yerleşmiş ve odaklanmış fesad ve bozguncu unsurlardı.  Tıpkı tarladaki yabancı otlar gibi..
Bu 'ayıklanmayan' yabancı otların başını da  İttihat ve Terakki Cemiyeti çekiyordu. Bunu icra ederken de, yabancıların 'emir-komuta' zinciriyle yapıyordu.
Devlet büyükleri boşuna konuşmuyor, Cumruyet'ten sonraki 'tehlikelerle' alakalı!
Sayın Gül demek ki bir yerlerden sezinlemiş ki, 'biryerlere' uyarıcı sinyal veriyor.
Şu halde İttihat Terakki’nin bir nevi uzantısı durumunda olan Türkiye’deki karanlık kurulların deşifre edilmiş şekli başta "Kurtlar Vadisi" olmak üzere birçok diziler bunun sinyalini zaten veriyor.
Bugünkü samimiyetle çalışan iktidar ve başındaki Başbakan ve devletin tepesinde bulunan sayın Abdullah Gül’ün endişeleri boşuna değildir.
Zira görünen o dur ki; bugünkü muhalefet ve başındaki liderler ve bu paraleldeki medyanın kalemşorleri bu işin başını çekmektedir.
Yani Türkiye'yi yeni bir askeri vesayetin altına sokmaktır. Demek ki; Osmanlıyı yıkan bozguncu unsur ne ise, bugün Türkiye'nin aşına bela olarak kesilenlerler onların uzantılarının ta kendisidir.
Onun için Başbakan Erdoğan, bir yerlerin ezberlerini bozan tarihi kongre konuşmasında yakın tarihimiz boyunca devletin görmezden geldiği isimleri tek tek sayıp yeni dönemi anlattı.
Partisinin 3. Olağan Kongresi’ndeki açılış konuşmasına öncelikle merhum Necip Fazıl Kısakürek’in "DUA" şiiriyle başlayan Erdoğan, kimsenin ötekileştirilmesine izin vermeyeceklerini söyledi.
Erdoğan, devletin dışladığı isimleri tek tek anarak, "Açılımı" anlatarak "Tatyos Efendi’nin besteleri olmazsa türküler yarım kalır. Cem Karaca’nın hasreti bitmez. ‘Hoşça kal gözüm’ diyen Ahmet Kaya’ya vefa göstermeyen Türkiye’nin şarkıları eksik kalır. Nazım’sız Türkiye eksik kalır. Said Nursi’siz Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır…"
Evet çok değerli okurlarım!
Başbakan tüm bunları sayarken az kalsın ki Hülya Avşar’ı, Sibel Can’ı ve  İbrahim Tatlıses’i üstad Bediüzzaman Said-i Nursi’yle mukayese edecekti.
Kim bilir belki unutmuştur da..
Yani burada demek istediğim, Türkiye’yi öylesine sorunlar yumağı haline getirdiler ki, devlet büyükleri bir şeyler konuştuklarında veya bir şeyi bir şeye mukayese ettiklerinde, der demez bazı yanlışlıkları, yanlış da olsa gerçek olarak dile getirmek zorundadır ki böyle satırlar arasına bazı şeyleri sığdırmak zorunda kalırlar…
Başbakan’ın söylemek istediği gerçek şu olmalı ki, Türkiye gerçek manada sosyal bir hukuk devleti olma karakterini bünyesinden yok etmeme durumudur.
Etmemelidir ve edemez de…
Zira, saydıkları türkücülerden tut, büyük İslam düşünürlerine, ediplerine, şairlerine kadar Türkiye’nin gerçek yüzüdür bunlar…
Sistem olarak, rejim olarak sen bunlara yasaklama getirdinse hiçbir zaman ne demokrasi, ne hukukun üstünlüğünü, ne de çağdaşlığı yakalayamazsınız. O zaman ne olur?
Yakın geçmişimize yönelik sınırımızın yanıbaşında bulunan Suriye, Irak ve Ortadoğu ülkelerinin Baskçı Baas partilerinin dikta şeklinin göz önüne tutulması söz konusu olur.
Antidemokratik mezalim yağdıran ülke toplumuyla beraber yokluğa sürükleyen solcu, Marksist Baskçı Baas partilerin paralelinde giden silahlı kuvvetlerin başındaki yamuk generallerin diktası altına girmişlerdir. Yani bu ülkecikler, kendi insanlarını sözde kurtarmak için, askeri vesayet altına sokmuşlardır.
Hani diyorlar ya, "Hali alem meydanda!"
İşte o küçücük devletçiklerin bugünkü manzarası göz önünde.
Dünya hukuk literatüründe kimse bunları görmezlikten gelemez.
Yıllardan beri, yani 1960’lı yıllardan günümüze dek kaç defa ihtilal yapıldı, darbeler, postmodern diktası sözkonusu oldu?.
Marksist, Bolşevik anlayışa bağlı solcu Cumhuriyet Halk Parti’nin diktası paralelinde gitmekte olan postmodernci Batı Çalışma Grubu’na mensup generallerin de hali anılan devletçiklerin silahlı kuvvetlerinin başındaki generallerin halinden uzak değildir.
Onların da kökü yabancı emperyalizme dayalıydı. Ta ki o küçük devletcikler yok olup-gidinceye kadar.
Tünelin sonunda görünen emareler ve belirtiler hiç de uzak değildir.
Bundandır, bir hafta içerisinde konuşan iki devlet büyüğünün sözleri çok önemlidir ve çok önemli odaklara dikkat çekmişlerdir.
Türkiye, her halukarda uyanık olmalıdır ve bu gerçekleri görmezlikten gelerek sarfi nazar edemezler.
Yoksa 300 sene evvel Doğubeyazıt’ta yaşayan ve hala da kabrine gidip on binlerce insan ziyaret ederek duasını alan bir ilim, iman ve edebiyat sancağı Kürt asıllı bir düşünür ile (Said-i Nursi’siz Türkiye maneviyatsız olur) diyen bir Başbakan, getirip o islamın, peygamberler varisleri olan o iki Kürt insanıyla, şarkıcılarla solcuları bir kefeye koyarak mukayese edilemez.
Ama zemin ve zaman bunu gerektirir ki, Başbakan bu "Kıyası Fasılı" yani yanlış mukayeseyi yapmak zorunda kalmıştır.
Yoksa Bitlisli Said-i Nursi kavramı yerine sayın Başbakan diyebilirdi ki, Bediüzzaman Mulla Said-i Kürdü olarak Osmanlıda kullanılan orijinal ismini zikredebilirdi.
Ama bu kavram yerine diğer kavramı kullanmak zorunda kalmıştır. Çünkü medyanın meşhur dinazorları hemen Başbakan’ı oklara hedef ederek "Vay Bediüzzaman Said-i Kürdi diyen sen miydin?" diye oklarla hücum edeceklerdi.
Kim, ne bilebilir?
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı da hemen harekete geçip "Başbakan şeriat propagandası yaptı" diye kollarını sıvayabilirdi…
Evet sevgili okurlar!
Bediüzzaman mulla Said-i Kürdi hazretlerinin şöhreti gittikçe dünya çapında tanımlanmaktadır.
Üstadın çağımıza hitap ederek ne kadar ileri görüşlü ve geleceğe yönelik Türkiye’nin nelerle karşılaşacağını tümüyle bize eserlerinde yer yer anlatmıştır.
İzninizle bu uyarıcı ve gerçeğe dayalı önemli paragrafları sizinle paylaşmak istiyoruz.
Şöyle ki;
O günkü medyayı göz önüne alarak tespitlerini onlara şöyle açıklamıştır:
"Gazeteler iki kıyası fasid ciheti ile ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlakı islamiyeyi sarstılar.
Ve efkarı umumiyeyi (kamuoyunu) perişan ettiler.
Ben de gazeteler vasıtasıyla onları reddeden makaleler neşrettim ve dedim ki;
‘Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı.. Hem de edebi İslami müteedip olmalı.
Ve onların sözleri kalbi umumi müştereki milletten be tarafane (tarafsız) çıkmalı..
Yani milletin müşterek nabzını yoklarken tarafsız olarak davranmaları gerekir.
Ve matbuat nizamnamesini (basın kültürünü) vicdanınızdaki hissi diyanet ve niyeti halise ile tanzim etmeli.
Halbuki iki kıyasi fasih ile (yanlış mukayese) ile taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek kamuoyunu bataklığa düşürdünüz. Ve şahsi kişisel garezleri fikri intikam düşüncesini uyandırdınız.
Zira "Elifba" okumayan çocuğa felsefe-i tabiye dersi verilemez ve erkeğe tiyatrocu kadınların elbiseleri giydirip yakıştırılamaz.
Ve Avrupa’nın batıl düşüncelerini getirip İstanbul, yani Türkiye’ye tatbik olunamaz."
Üstad Bediüzzaman hazretleri burada devleti ve ülkeyi tehlikelere ve yanlış badirelere sürüklemek isteyen o günün basın mensuplarını böyle uyarıcı vurgularla uyarırken İslam dünyasına da şöyle sesleniyordu:
"Ey alemi İslam!
Uyan! Kur’an’a sarıl. İslamiyete maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol. Ve ey Kur’an’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hizmetçi olan ve İslamiyet nurunun zemin yüzünde naşri bulunan yüksek ecdadın evlatları, Kur’an’a yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu bu zamanda anlatacak, onun bu zamanda bir manevi mucizesi olan nur risalelerini mutalaa etmeye çalış.
Nisanın Kur’an’ın alametlerini aleme duyururken hal ve etkar ve ahlakın da bunun manasını neşretsin.
Nisan-ı Halin ile de Kur’anı oku. O zaman sen dünyanın efendisi, alemin reisi ve insaniyeti vasitei saadeti, mutluluk vasıtası olursun."
Ve üstad devamla şöyle buyuruyor:
"Ey asırladan beri Kur’an’ın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem mevkii muallayı ihraz etmiş olan ecdadın evlat ve torunları.
Uyanınız!
Alemi islamın fecri sadıkında (Şafak söküldüğü zaman) gaflette bulunmak (uykuya dalmak) kesinlikle akıl karı değildir.
Yine alemi islamın intibahında (uyanışında) rehber olmak, önder olmak, arkadaş olmak, kardeş olmak için Kur’an’ın ve imanın nuru ile münevver olarak islamiyetin terbiyesiyle tekemmül edip hakiki medeniyeti insaniye ve terakki olan medeniyeti islamiyeye sarılmak ve onun hal ve hareketinde kendine rehber eylemek lazımdır.
Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!
Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık Kur’an’ın sabahında uyanınız. Yoksa Kur’an-ı Kerim’in güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip, perişan edecektir."
O büyük Üstad diğer bir makalesinde şöyle yazmış.
"Ey Türkler ve Kürtler!
Acaba şimdi bir miting yapsam sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonradaki evlatlarınızı şu gürültühane olan asrı hazır meclisine davet etsem acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi, ‘Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Neticei hayatımız siz misiniz?
Heyhat!
Bizi yanlış bir kıyas ettiniz. Bizi kısır bıraktınız. Size yönelik kör ocak durumundayız.’
Hem de sol safında duran ve geleceğe bakan sizden gelen evlatlarınız sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi
‘Ey tembel pederler, siz misiniz hayatımızın suğra ve kubrası (dava ve delili), siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi bağlayıcı unsurumuz.
Heyhat!
Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağeleli bir kıyas oldunuz."
İşte üstadın bu çok önemli ve güzel uyarıcı beyanları karşısında hiçbir zaman Türkiye, Başbakan’ın söylediği gibi "Bitlisli Said-i Nursi’siz olan Türkiye, maneviyatsız olur"
Aslında Başbakan’ın söylemek istediği gerçek, Bitlisli Said-i Nursi yerine meşhur Bediüzzaman mulla Said-i Kürdi demeliydi ki, ifadeler daha orijinal olurdu amma, bir Başbakan olarak ne çare ki bunları söyleyemiyor.
Söylemiş olsaydı hemen ne olurdu?
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya harekete geçebilirdi…
Ne yapsın sayın Başbakan ancak böyle ifade kullanmak zorunda kalıyor ve islamın büyüklerini, zamanımızın bazı türkücüleriyle mukayese etmek zorunda kalıyor.
Üstad hazretleri bir de ülkenin ve Müslüman bir milletin yekvücut olarak yola çıkıp yaşayabilmesi gerekli olan bir gerçeği şöyle özetliyordu:
"İşte ben bu ittihadın, birlikteliğin efradından ve ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebebi iftira bölünme nedeni olan firkalardan, siyasi partilerden değilim.
El hasıl Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihadı islamdaki fikrini kabul ettim. Zira o, vilayeti şarkiyeyi ikaz etti.
Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar (doğulular) o zamandaki şarklılardır.
Bu meselede seleflerim (geçmişlerim) Şeyh Cemaleddini Efgani, İslam allamelerinden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduhe müfrid alimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve ittihadı islamı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki; şöyle demiş:
‘İhtilaf ve Tefrika Endişesi
Köşe-i kabrimde (mezarımın köşesinde) hatta bekarar eyler beni
İttihatken savleti adayi def’e çaremiz, ittihat etmezse millet dağidar eyler beni
(Yavuz Sultan Selim)’
Osmanlının o büyük devlet adamı bu şiirinden anlaşılan odur ki; bir toplumu düşmanın acımasız saldırısından kurtarabilmek için tefrika değil, bölünme değil, inanç ve İslam paralelinde ittihad etmek lazım, birleşmek ve birleştirmek gerekir.
En derin saygılarımla…