SELANİK DÖNMELERİ ve HİLAFETİN LAĞVI?!!

Evet, sevgili okurlar.
Arap yazarlardan, “Enver’ül Cindi.” 
Tanınan, bilinen bir isim.
Kuvvetli bir kaleme sahip!
Tarih yazıyor; özellikle İslam hilafetinin yıkılışı hakkında.
Tabi ki, Sultan Abdülhamit'in tahttan indirilişini…
“El-Hilafet’ül İslamiyetu” isimli kitabında bunları kaleme almış. 
Osmanlının son günlerini yazarken hilafetin lağvı hakkında çok çarpıcı, dayanaklı kaynak göstererek, "1924’teki Hilafet-i İslamiyenin lağvını" Selanik dönmelerine bağlıyor.
Yani çok ama çok önemli tespitlerde bulunuyor.
Ve şöyle diyor; 
"1924’teki hilafetin yıkılışı; batılı ecnebilerle Siyonistlerin ve komünistlerin ittifakıyla gerçekleştirilmiştir."
Yüz sene öncesine dayanıyor.
Yani 1820'ler.
Bu tarihten itibaren gizliden gizliye devletin bünyesine sızdırılan bu "müttehit birleşik üç güçlerin ittifakıyla" plan hayata geçirilmiştir.
Endülüs İspanyası’ndan 1492’de Selanik’e gelip yerleşen ve kendi kimliklerini saklamak üzere gizliden gizliye İslam’a giren, Osmanlı devletin bünyesine yerleşerek, "ittihat terakki cemiyetiyle" kendilerini var etmişlerdir.
Jön Türkler ve gizli mason locaları işbirliği yaparak, tam yüz sene önceden Hilafet-i Osmaniyeyi yıkıp, İslam dünyasını başsız bırakmak üzere yola çıkmışlardır.
Bunu diyen “Enver’ül Cindi”, gün gelmiş Osmanlı devletini borç altında gören bu gizli plan ve anlayış, "Sultan Abdülhamit artık hasta adam" diye isim takarak, Osmanlı'nın sonunu getirmişlerdir.
Bu kirli ve kirli olduğu kadar da gizli plan nihayet başarıyla son bulmuştu.
1908’de kurulan yeni Meşrutiyet, 1909’da Sultan Abdülhamit’i alaşağı etti.
1918’de vefat eden Sultan Abdülhamit, netice itibariyle çok değişik tezgâh ve oyunlarla Marksist, faşizan Turancılık anlayışı ile birleşerek, Türkiye’yi birinci dünya savaşına sokmuşlardır.
Ve bu savaş bir hiç uğruna kaybedildi.
Yani, netice itibariyle büyük bir gizli ittifakla Mustafa Kemal’in himayesi altında cumhuriyet kurduruldu.
Bu kurulan cumhuriyetin aktif hareketi, özellikle ve öncelikle cumhuriyet kurulur kurulmaz Lozan protokolünün yapılması söz konusu oldu.
Lozan protokolünün şartları çok ağırdı.
İsmet İnönü’nün Lozan protokolüne attığı imza açık ve net olarak İslam dünyasını batı dünyasına peşkeş ettirme protokolü olup, devletin bu şekilde eli kolu bağlanmıştı.
Bunu çekemeyen, kabullenemeyen, büyük İslam âlimleri bir bir sorgulanmış, örfi idare mahkemeleri kurdurulmuş, başta Bediüzzaman dâhil olmak üzere bu mahkemelerde yargılanmışlardır.
1923’te Lozan’da İngiliz baş murahhası (Dışişleri Bakanı) Lord Gürzon’un dört maddesinden oluşan bu protokol, Türkiye’yi sırtından vuran hançer gibiydi.
* * *
Peki, neydi bu maddeler.
Birinci madde: “Kat’u külli sılatin bil İslami” Osmanlı ile İslam’ın birbirinden kesin olarak ayrılması.
İkinci madde: “İlğa’ül-el Hilafeti” Hilafet-i İslamiyet’in ilgası.
Üçüncü madde: İslam ve Hilafetin birleşmesine yardımcı olan ne kadar güçler varsa, onların Türkiye’den çıkarılması.
Dördüncü madde: Eski Osmanlı Türkiye anayasasının lağvedilmesiyle yeni çağdaş medeni muasır (!) medeniyet seviyesinde bir anayasanın gerçekleştirilmesi.
Böylece batı dünyasının Arenst Efror, Arenstbag ve Mistronch, bu üç müsteşrik tarihçi, hilafetsiz Türkiye’nin adına “bozkurtçuluk” parolasını verdi.
Bozkurtçuluk anlayışı madalyasını da Mustafa Kemal Atatürk’e verdiler.
***
Yani sonuç itibariyle;
1908’de kurulan meşrutiyet tümüyle şekliydi.
Ta ki; planın sona ermesine kadar.
Başta anlattığım gibi, batı emperyalizmi ile Selanik dönmeleri, jön Türkler yani genç Türklerin ittifakıyla bu plan gerçekleştirilmiştir.
Önce Sultan Abdülhamit tahtan indirildi.
Sonra, Hilafet-i İslamiye lağvedildi.
Ve bu planları başından sonuna kadar, uygulayan ve rol oynayan kişi Selanik dönmelerinden Doktor Hertzel olmuştur.
Tüm işlerin başını çekmiştir.
Bunun tamamıyla sebeb-i mucibesi de Sultan Abdülhamit’e büyük meblağ para karşılığında Filistin’de küçük bir Yahudi devletinin kurulması söz konusu olmuştur.
Ulu hakan Sultan Abdülhamit, buna yanaşmadı.
İşte bu tavrı, hem kendi varlığına, hem de devletin varlığına mal oldu.
Ondan sonra 600 senelik Osmanlı devleti tabiri caizse; mum gibi erimeye başladı.
Tarihe gömüldü.
Ve daha sonra yeni cumhuriyetçiler işbaşına geldi.
Ki gelir gelmez, ilk icraatları da İslamiyet’i devletin her şeyinden sildirmek oldu.
* * *
Onun için Üstat Bediüzzaman, “Mektubat” isimli kitabının 29. Mektubunun altıncı kısmında şöyle diyor;
“Bir hükümet kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği adamlara her bir kanunu rasgele tatbik etse de raiyetin (toplumun) kabul etmediği adamlara kanununu tatbik edemez.
Çünkü toplum onlara diyebilir ki madem biz sizin raiyetiniz, halkınız değiliz, siz de bizim hükümetimiz değilsiniz ve olamazsınız”
Hilafet-i İslamiye’nin dağılışından sonra kurulan hükümetler tarafından enva-i türlü, rasgele, topluma çeşitli hukuk dışı uygulamaları yapmışlardır.
Öyle ki zamanı gelmiş ulema kesimlerine bir suçtan iki ceza bile vermişlerdir.
Hem hapis hem idam cezası!
Bakınız, Bediüzzaman Hazretleri bu noktada şöyle diyor;
“Madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde, beni sekiz senedir en yabancı ve harici bir milletten yakalanıp, cani bir adama dahi yapılmayan bir esaret altına aldınız.
Cani ve katilleri affettiğiniz halde, hürriyetimi benden alıp, hukuk-i medeniyeden (medeni hukuktan) beni dışladınız.
İskat ederek, kötü muamele yaptınız.
‘Bu da bir vatan evladımızdır’ diyemediğiniz halde hangi usul ile hangi kanun ile biçare milletinize rızaları hilafına olarak tatbik edebildiniz. 
Soruyorum: 
Bu hürriyet çeken usulünüzü benim gibi her cihetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz, yanlış düşünüyorsunuz.
Madem I. Dünya Savaşında ordu kumandanlarının şahadetiyle vasıta olduğunuz çok fedakârlıkları ve vatan uğrunda can siperane mücahedeleri cinayet saydınız.
Ve biçare milletin hüsn-ü ahlakını muhafaza ve saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyelerinin emniyetine çalıştığımız birçok yerlerde ciddi ve tesirli çalışmamızı hıyanet saydınız.
Ve manen size çıkar ve yarar getirmediğimiz için bizi adeta toplum dışına attınız ve kötü muamele yaptınız”
***
Evet, tarihi sorular.
Üstat Bediüzzaman, bu sorularına şöyle devam ediyor;
“Benim ölümümle beni yok etmeye çalıştınız.
Netice itibariyle beni zehirleterek öldürmeye çalıştınız.
Bana yaşamayacaksınız dediniz.
Kahhar bir el ile cennetiniz ve mahbubunuz olan bu dünyadan terk eyleyip ebedi zulümata çabuk atılacaksınız.
Arkamdan pek çabuk sizin nemrutlaşmış bazı yetkilileriniz gebertilecek, bir gün yanıma gönderilecek.
Ben de huzur-i ilahide yakalarını tutacağım, adalet-i ilahiyeye onları teslim edeceğim ve esfelis’safiline intikamım olarak alacağım ve göndereceğim.
Ey din ve ahiretini dünyaya satan bedbahtlar!
Yaşamak isterseniz, bana ve İslam ulemalarına ilişmeyiniz.
İlişirseniz, intikamım kat be kat sizden alınacaktır.
Korkunuz ve titreyiniz, ben rahmet-i ilahiden ümit ederim ki ölümüm hayatımdan ziyade bu yüce İslam dinine hizmet edecektir.
Ve ölümümü isteyen gizli istibdat şebekelerinin başına bomba gibi patlayıp, başlarınızı dağıtacaktır.
Cesaretiniz varsa bana ilişiniz.
Yapacağınız varsa, göreceğiniz de vardır.
Ben bütün tehditlerinize karşı bütün kuvvetimle bu ayeti okuyorum”
“Âli İmran” suresinin 173. ayetini okuyor Üstat.
Ayetin meali şöyledir;
“İnsanlar onlara: 'Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun' dediler. Bu, onların imanını artırdı da: 'Allah bize yeter. O ne güzel Vekil'dir' dediler”
En derin saygı ve sevgilerimle.