ŞEMDİNLİ’NİN ARKASI SAVCILARIN TRAVMASI - 2

Evet değerli okurlar!
Dünkü yazımda, 14.03.2007’de yazdığım yazının bazı çarpıcı ve önemli pasajlarını sizinle paylaşmıştım.
Bugün o türden yine ülkemizin geçmişe yönelik ve hala aynı teraneyle devam edegelen karanlık odakları açıklamaya çalışacağım.
Ama konunun detayına girmeden önce Yargıtay Onursal Başkanı değerli hukukçu Prof. Sami Selçuk’un şöyle bir ifadesini kullanmak istiyorum.
Sami Selçuk diyor ki; "Yargının işi yurdu ve ulusu kurtarmak değil, hukuku kurtarmak olmalı.
Yargı, yurdu ve ulusu kurtarmaya kalktıkça Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde en çok mahkum olan ülkelerden biri olmaya devam ediyor.
Çünkü, ortalıkta hukuku kurtaracak kimse kalmıyor.
Kalmış olsaydı, Ferhat Sarıkaya olayında hukuksal vicdan bu kadar sağırlaşmazdı."
Bakınız sevgili okurlar!
Dünkü bazı yazılı medyanın birinci sayfalarında şöyle bir haber vardı:
"’İyi Çocuk’ Tanju Çavuş’un tarif ettiği yerde ceset bulundu"
Haber iç sayfada şöyle devam ediyor:
"Çavuş’un tarifi bir yıl sonra doğru çıktı
Isparta’da geçen yıl otomobilini satmak istediği kişilerce kaçırılan Vanlı müteahhit Salih Uçar’ın cesedi, olayla ilgili tutuklanan ve aynı zamanda Şemdinli sanığı olan Uzman Çavuş Tanju Çavuş’un tarif ettiği yere 500 metre mesafede bulundu."
Bakınız Türkiye, geçmişe yönelik ne tür aşağılık karanlıkları yaşamıştır.
Çıkar, rant, kan ve gözyaşları yıllar sonra neler ortaya çıkıyor, ne gibi gerçekler ortaya çıkıyor…
Bir önceki gün Mehmet Ağar’ı yargılayan mahkeme, "Kirli İlişkilerini açıklarım" diye Ağar’ı cezaevinden uyaran Susurlukçu Yaşar Öz’ü tanık olarak dinlemeye karar verdi.
Demek oluyor ki, zincirleme "Devleti, ulusu kurtarıyorum" diyen sahte kahramanlar hiçbir zaman hukukun üstünlüğü, insan hakları temel prensiplerini aklının kenarından geçirememişlerdir.
"İlla ki ulus ve devlet" deyip duranlar, hukukun üstünlüğünü vicdanlarından silmişlerdi.
Bu düşünce içerisinde militanca çalışan anlayış, ne yazık ki iyi niyetle devleti yönetenler de hep böyle görmezlikten gelmişlerdir.
Yoksa Şemdinli olayında Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianame, bana göre Türkiye için bir "Sırat Köprüsü"nden geçme sınavıydı.
Maalesef Türkiye o sınavı kaybetti.
O sınavdan geçemeyen Türkiye, öyle görünüyor ki köprüden yuvarlanıp cehennemin derinliklerine doğru düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Buna ülkenin bölünmesi mi deniliyor?
Toplumun ahlak dejenarasyonuna uğratılması mı deniyor?
Kültür ve tarihin yok edilmesi mi deniliyor?
Kamuda çalışan yetkililerin kötü niyetle devleti soyup soğana çevirmesine mi deniliyor?
Ne denirse densin, bize göre daha önceden yazdığımız "Devletin Bekası Şemdinli’nin Arkası" tarihi ifademiz tüm gerçekleri bünyesinde saklamaktadır.
27.03.2009 günü "Bu da Tüm Zalimlere Ders-i İbret Olsun" başlığıyla yazdığım köşe sohbetimde şöyle demiştim;
"Evet sevgili okurlar!
Zalimin zulmü var ise mazlumun da ahı vardır. Hakkın da bükülmez kolu ve sapmaz gerçeği vardır.
Bu ülke daha ne zamana kadar sahte kurtarıcıların sahte kurtarma oyunlarıyla karşı karşıya kalacaktır.
İnanın sevgili can dostlarım..
İnsan her sabah uykudan uyanırken hele hele merak saikasıyla olsa güncel olayları öğrenmek için yazılı ve görsel medyaya göz atarak araştırma yoluna girerken Türkiye’nin günlüğü insanlara neleri öğretmiyor ki…
Hele bir de değişik internet sitelerini kurcalamaya girilirse, deyim yerindeyse büyük okyanusların derinliğinden çok çeşitli mücevheratları elde eder ve zeka, beyin zenginleşir.." diye yazmıştım.
Yazının sonuna doğru şöyle bir paragraf geçiyordu:
"İşte buyrun sevgili okurlar!
Kürdistan’ı kurmak için (!) kürtlerin hakkını aramak için (!) bölge gençlerini, ana baba kuzularını dağa çıkarıp silahlı eylem ve eğitim yaptıran sahte kahramanların rezalet ve iğrençliğine bakın.
Bir yandan sözüm ona Kürtlerin hakkını arıyor, öbür yandan da geceleri JİTEM mensuplarıyla eğlenerek hayat sefasını geçiren Şemdin Sakık adeta yöre insanını avlamak için ispiyonculuk pozisyonuna giriyor, yalan şahitlik yapıyor ve sözümona devletin görevlileri geçinen soyguncu ve katil anlayışla işbirliği yapıyor.
İşte A. Hekim Güven'in ve Şemdin Sakık’ın rezalet portresini JİTEM itirafçısı Abdulkadir Aygan şöyle anlatıyor:
"Metin Binbaşı kendi grubuna insan avlamayı veya yargısız infazı yasaklamıştı. Ancak, bizimle aynı binada kalan JİTEM Timi’nin başındaki Zahit Engin (Cemal) yüzbaşı yine boş durmuyordu. Faili meçhullere devam ediliyordu. Bu faaliyetlere benim çalıştığım JİTEM Grup Komutanlığı’nın personeli dahil edilmiyordu.
Bu kez hedef Diyarbakırlı işadamı Mehmet Ali Altındağ’a yönelikti. İlla ki bölgede bulunan bazı önemli işadamlarından çıkar ve rant temini için JİTEM bir tehdit aracı olarak kullanıldı.
Yaklaşık üç ay içerisinde doksana yakın işadamları gözaltına alındı. Bu olayın baş kahramanı tabii ki Cemal Temizöz ve ekibiydi.
Mutkili Ali Kaya ve Yüzbaşı Ali Osman Celasın işbaşında büyük rol oynuyorlardı.
Bilinmeyen bir nedenle Jandarma Bölge Komutanlığı sorgulamasında görev yapan Mutkili Ali Kaya ve A. Hekim Güven’in A.İ.K. isimli bir firma sahibi ile çok yakın dostluk ilişkileri vardı.
Hep o firmanın Ergani yolu üzerindeki bürosuna gidiyorlardı.
Bir gün beni de aldılar. Oraya gittik.
Mehmet Ali Altındağ hakkında PKK’ya yardım ettiğini, bazen de Hizbullahı örgütleyip finanse ettiğine dair bir komplo hazırlıyorlardı.
Her akşam anılan firmanın Elazığ yolu üzerindeki bürosuna gidiyorlardı.
Birlikte yiyip içiyor ve Altındağ’ı mahvetmek için çok iğrenç planlar yapılıyordu.
Bir gün özel olarak A. Hekim Güven beni de oraya götürdü. O sırada maddi sıkıntı çekiyordum.
Banka kredi kartımdan dolayı zor durumdaydım.
Güven bu konuyu anılan firma sahibine açmıştı önceden. Ve bana yardımcı olmasını istedi.
O kişi 145 milyon TL vererek bununla kredi kartı borcunu kapatmamı istedi.
Daha sonra konuyu Altındağ meselesine getirip bu konuda kendilerine yardımcı olmamı istedi."
27.03.2009 tarihinde yazılan bu yazımın paralelinde Şemdin Sakık, Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nden 02.04.2009 tarihinde bana şöyle bir mektup gönderdi.
Onun mektubunu burada nezaket icabı bugün köşeme alıyorum.
Ve her şey demokrasi için, şeffaflık için, mertlik ve yüreklilik için bu mektubunu aynen sizinle paylaşmak istiyorum.
Bu paralelde herkes, özellikle özel yetkiye sahip savcılarımız bunu okusunlar ve ona göre adım atsınlar.
Mektup aynen şöyle:
"Sayın Mehmet Ali Altındağ,
On bir yıldır, sahibi olduğunuz basın yayın organları hakkımda yalan yanlış haberler yaptılar. Tabii ki siz büyüklerimizin eleştiri, uyarı ve tenkitlerine ihtiyacımız vardır… Ama çocuklarınızın şüpheli trafik kazasında Allah’ın rahmetine kavuşmalarını bile getirip ifadelerime bağlamanız bir insan olarak beni incitiyor.
Sayın Altındağ, ben sizi sorgu sürecinde gördüm. O günlerde hala etkisinde olduğum ideolojik saplantılardan dolayı sizi anlamakta eksik ve yetersiz kalmış olabilirim. Hatta size karşı bazı yanlışlar içine de girmiş olabilirim. Ama bugün, sorgu sürecindeki dik duruşunuzdan ve binlerce garibana ekmek kapısı olmaktan dolayı size saygı duyuyorum. Size karşı en ufak bir art niyet taşımıyorum.
Sayın Altındağ, babaların evlat acısının büyüklüğünü biliyorum desem yalan olur, zira baba olamadım. Bir çocuğa baba olmadığım halde, bazen olmayan çocuğum için üzüntü duyarım, hatta üzüntümden ağlarım. Siz ise su gibi temiz iki çocuğunuzu kaybettiniz. Bu acının büyüklüğünü tahmin edebiliyorum.
Ben ordulardan değil, anne ve babaların bedduasından korktum hep. Hem ağır beddualarınızdan kurtulmak, hem de olayların gerçek yüzünü anlamanız için benden ne istiyorsanız onu yapmaya hazır olduğumu söylüyorum. Eğer sizin bir talebiniz yoksa, ben size bir öneride bulunmak istiyorum. Eğer samimiyetime güveniyorsanız haber salın, size olup biten her şeyi bütün ayrıntılarıyla yazıp göndereyim. Yok, eğer bana inanmıyorsanız, hakkımda dava açın, beni hakim karşısına çıkarın, isterseniz onlarca avukat görevlendirin, ben bildiğimi ve yaptığımı anlatırım. Kararı mahkeme verir; eğer ifadelerim üzerine bazı kesimlerle karşı karşıya geldiğiniz mahkeme tarafından karar altına alınırsa, size söz veriyorum ki, mahkeme salonunda, "bana ne yaparsanız yapın" deyip önünüzde diz çökeceğim. Ama eğer gerçekler bildiğiniz gibi çıkmazsa, o zaman da sizin bu karalama kampanyasından vazgeçmenizi isteyeceğim.
Saygılarımı sunarım.
02.04.2009 – Şemdin SAKIK"
Evet sevgili dostlar!
Bir de 1998/153 Esas sayılı dosyanın eski adıyla 4 nolu DGM, bugünkü adıyla 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin arşivlerinden araklanıp kaybolmasıyla ilgili adli skandala ne diyorsunuz?
Acaba Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı bunu da sürecin derin kuyularına mı gömdürecektir.
Tıpkı üç klasörden ibaret olan 2006/19198 Haz. Dosyası gibi uzun sürecin vicdanına mı bırakılacak?…


En derin saygılarımla…