SİSTEM BİR TÜRLÜ DİKİŞ TUTTURAMIYOR!

Evet, sevgili okurlar.
Türkiye, seçim sath-ı mailine girerken her gün biraz daha olumsuzluklara, kargaşaya, kavgaya, terör estirmeye doğru sürükleniyor.
Oysaki demokratik, hukukun üstünlüğüne inanan bir ülkede böylesine antidemokratik mezalim yağdırılıyorsa buna karşı herkes kendine bir çekidüzen verip bu karanlık tabloyu ortadan kaldırmaya çalışılmalıdır.
Aksi takdirde gittikçe hava atmosferi kesafet kazanır, her gün biraz daha ülke kirli hava atmosferine doğru süreklenir.
İnsanlar barışçıl temiz bir hava atmosferiyle karşılaşamıyor, boğucu, kirli bir siyasi atmosfer hakim.
Bunun hikmeti mucibesini ararsak tarihin derinliklerine inmek gerekir.
Tarih ama yalan söyleyen tarih değil gerçek tarihe doğru yönümüzü çevirirsek çok büyük şeyleri yakalarız.
Hastalığın illetini teşhis etmeye çalışırsak hedefimize ülke olarak ulaşabiliriz.
Aksi takdirde eski tas eski hamam misali kendimize bir türlü bir yön veremez oluruz.
İnanın insan günlük yazılı medyanın birinci sayfalarına baktığında tüyler ürperten bir çok kirli oyunlara vakıf oluyor.
Keza görsel medya da öyle…
Zaten medyanın görüntüleri ister görsel olsun ister yazılı olsun birbiriyle mutlak bir paralellik arz etmektedir.
Bu nedenle uzaklara gitmeye lüzum yok.
Ki zaten her gün mantar gibi ortaya fışkıran güncel olaylar topluma bir şeyler veriyor.
Toplum yıllar öncesinde yitirdiği gerçek sermaye ve zenginliklerini belalı ve fitneci bir sistemin eline teslim etmiş olduğunun farkında.
Bu sistem öyle bir hal almış ki, eşyanın doğasına karşı meydan okuyor ve ülke gerçeğiyle ters düşerek hedefine doğru yürümektedir.
Hiç uzaklara bakmaya gerek yok.
İşte bakınız, yıllar yılı kan gölü haline gelen bir Irak.
Afganistan, Pakistan, Ortadoğu’nun ufacık devletçikleri..
Suriye’den tut, Libya’sına kadar, Kuzey Afrika’nın başta Mısır olmak üzere önemli ülkelerine kadar düşünce gücünü insan oraya kadar uzatırsa, günümüzdeki yaşanmakta olan kanlı ve boğucu kokuşmuş medeniyetin hava atmosferi gerçekten insanı yaşanmaz hale getiriyor.
Bize göre ülkemiz bu aşamaları çoktan geçmiştir.
Ama 1909’lardan tut günümüze dek yaşanmakta olan mezalim hiç kuşkusuz ki, ülkenin varlığına, milli bütünlük, beraberlik ve ilerlemesine yönelik azametli korkunç bir yıkım tablosuyla karşı karşıya olmuşuz.
Günümüzdeki görünen tablo özellikle, bu bölge üzerine oynanan entrikalı oyunlar hiç de küçümsenecek değildir.
Bu oyunların başını çeken de Kürt Sorunu, ırkçılığa, faşizme, anarşiye yönelik olan Ergenekon’un tehlikeli devi ve bunun yanı sıra mutlak bir kültür emperyalizmi, cehalet, kan ve gözyaşları.
Tüm bu olumsuzlukların kökeninde yatan gerçek; şirkin, küfrün, inançsızlığın, Allah’ın yaratmış olduğu insan temel hak ve özgürlüğüne dayalı mutlak adaletine karşı meydan okumaktan başka bir şey değildir.
Bu nedenle sistem yıllardan beri karanlıkla aydınlığı bir araya getirip beraber yaşamayı zorluyorsa da yapamıyor.
Zira sistem hiçbir zaman kendi milletine karşı dürüst davranmamıştır, davranamaz da.
Allah’ın yaratmış olduğu adaleti ayaklar altına almış, Allah’ı tanımaz hale gelmiş, ondan sonra Allah’ın yaratmış olduğu insanları da kendine köle olarak görmüş ve insanlığı medeniyete doğru götürmesi gerekirken bilakis vahşetin mezalimin derin çukurlarına yuvarlayıp gömmeye çalışmıştır ve o hali devam etmektedir.
Zira “Görünen köy kılavuz istemez” misali, hiçbir zaman küfre dayalı karanlık ile imana dayalı aydınlık birbiriyle bağdaşamamışlardır ve kıyamete dek de bağdaşamazlar.
Onun için gerçeklere dayanmayan sadece sözde kalan toplumsal demokratik barış, kaidesine oturtturulamaz olmuştur.
İnsanlar, yanlış yolları seçmek isterken, yanlış ve bataklı yönlere doğru yürümek isterken Allah’ı tanımaya doğru gitme değil şeytanın önderliğine doğru yürümeyi kendine hedef seçiyor, bu nedenle eşyanın tabiatına aykırı bir yola sapmış gidiyor.
Bakalım.
Ama nereye kadar.
Tabii ki o da belirsiz.
Aslında hiç de belirsiz değildir, önceden ifade ettiğim gibi “Görünen köy kılavuz istemez” misali kâinatı yaratan o yüce kudretin geniş, nurlu ve aydınlık yoluna değil, deccaliyetin dikenli ve karanlık yoluna sapmış olan insanlık ne yaparsa yapsın, kendine bir kurtuluş yolu bulamıyor.
Özellikle bu coğrafyamız, özellikle içinde boğuşa geldiğimiz sistem.
Bakınız, sevgili okurlar.
Yazımızın ilk bölümünde yazılı ve görsel medyamızın her gün ayrı ayrı çizdiği tablolara değinmiştik.
“Gerçekten hiçbirisi iç açıcı değil” demiştik.
Sevgili okurlar.
Dikkatinizi dünkü yazılı ve görsel medyanın Bedri Baykam’ın esrarengiz bıçaklanma görüntülerine çekmek istiyorum.
Meşhur ve maruf, her konuşmasında her attığı adımda insanların dikkatini üzerine çeken ressam Bedri Baykam’ın esrarengiz bıçaklanma hadisesi.
Gerçekten tüyler ürpertiyor.
Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın da medya huzurunda değindiği gibi böylesine karanlıklı oyun, böylesine hileli senaryo ancak bu şekilde tertiplenebilir.
Haberde geçen ifadeleri özetleyerek sizinle burada paylaşmak istiyoruz.
Baykam ve asistanı Tuba Kurtulmuş Beşiktaş’taki Akadlar Kültür Merkezi önünde bıçaklı saldırıya uğradı.
Baykam’ın yardım istediği araçlar kapılarını kilitledi, imdadına taksi yetişti.
Ameliyata alındı, ameliyatı dört saat sürdü, saldırgan Mehmet Çelikel, beş saat sonra polise teslim oldu.
Çelikel, kendini savunurken şöyle diyor; “Bana hakaret etti, bıçakladım” böylece kendini savundu.
Ama Bedri Baykam’ın dışarıya fırlayıp bağırması, elini bıçaklanmış yerine bırakıp imdat istemesi, “beni hastaneye ulaştırın” feryatları, herhangi bir kan izinin de görünmemesi...
Şahsen hiçbirisi benim açımdan inandırıc olmadı. Samimi de görmedim.
Oysakı bıcak yarasında kan akar. Ama hiçte kan görünmedi.
Bedri Baykam’ın hal ve hareketlerinde senaryonun ne kadar karanlık ve düzmece olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamadım.
Evet, basının diğer bir yüzüne baktığımda;
Genelkurmay Askeri Savcılığı skandal hakim Albay Üçok için harekete geçti. Hava kuvvetleri eski savcısına iki ayrı suçtan dava açtı.
“Sahte çürük raporu çetesine üye olmak” ve “yağmaya azmettirmek”ten 403 yıl astsubaylara hipnozla işkenceden 36 yıl hapis istemiyle sivil mahkemelerde yargılanan Hava Kuvvetleri eski Savcısı Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok için Askeri Adalet Müfettişleri rapor düzenledi. Ardından Genelkurmay Askeri Savcılığı 84 sayfalık iddianameyi hazırladı.
Yazılı medyanın diğer bir gazetesinin sürmanşetine bakıldığında şöyle bir başlıkla karşılaşılıyor.
“YSK 12 BAĞIMSIZ MİLLETVEKİLİ ADAYINI VETO ETTİ”
Başlığıyla şöyle devam ediyor;
“Yüksek Seçim Kurulu’nun veto ettiği adaylar arasında BDP’nin desteklediği Hatip Dicle, Leyla Zana, Sabahat Tuncel ve Gülten Kışanak da bulunuyor.
Kararda eski mahkûmiyetlerinin bulunması gerekçe gösterildi”
Aynı gazetenin diğer bir başlığına göz attığımızda;
“12 EYLÜL MAĞDURLARI YARGIYA GİDİYOR”
Başlıklı haber şöyle devam ediyor;
“Diyarbakır Cezaevi değil, işkence evi idi.
Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadığı işkenceleri unutmadığını söyleyen Dr. Sinan Olcan, 32 yıl sonra Kenan Evren ve arkadaşlarından davacı oldu.
Olcan, Diyarbakır Başsavcılığı’na sunulmak üzere, Sapancı Savcılığı’na verdiği dava dilekçesinde, üniversite 4. sınıf öğrencisiyken yaşadıklarını şöyle anlattı:
“GÜNDE SEKİZ SAAT İŞKENCE GÖRDÜM”
“Hortumla bayıltana kadar dövdüler, insan dışkısı bile yedirdiler”
Evet, sevgili okurlar.
İşte bakınız, sistemin karanlık tablosu bu millete bu ülke insanına neleri yaşatmış ve hala da neleri yaşatıyor.
Değneğin, her iki ucundaki pisliğe benzeyen bu karanlık sistem, bu ülkeyi daha nice karanlıklara sürükleme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Bakınız, siyasal bir parti ve aynı zamanda Kürt sorununa sahip çıkan (!) bir siyasal partinin aday adaylarının seçime girmemek için hukukun, yargının ne kadar yanlış ve antidemokratik kararlar aldığını hiç kimsenin dikkatinden kaçmıyor.
Demezler mi, yahu Allaş aşkına bu ne lahana, bu ne perhiz, bu ne turşu?
Bir yandan veto edilen 12 tane milletvekili, yaklaşık dört seneden beri milletvekillik sıfatını taşımakla beraber bu seçime girmemeleri için senaryoyla karşılaşıyorlar.
Peki, geçen dönemdeki seçime girerken aynı sabıkaya sahipken, YSK niye bunu görmedi? Sormazlar mı?
Demek bu sorunun cevabı, herhalde sistemin karanlık kurulunda gizlenmiş olması gerek.
Evet, sevgili okurlar.
Fazla başınızı ağrıtmayalım, ancak şu tarihi gerçeği de sizinle paylaşmadan geçmek istemiyorum.
Her zaman ifade ettiğim gibi, insanoğlunun geleceğini özellikle ülkemizde yaşanmakta olan olumsuzlukların önünü görüp gerçek bir yargıya varmak için tarihi derinliklerine dönüp bakmak lazım.
Hiç kuşkusuz ki, yüce kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’in son ve kısa surelerinden olan Fil Suresinin bize göstermiş olduğu çok derin manalı tablo yani Ebrehe ordularının Kabe’yi yıkmaya doğru Yemen’den yola çıkıp Mekke’ye kadar gelip bir türlü hedefine ulaşamayan ve ebabil kuşlarının gazabına (hışmına) uğrayan o hain diktatörün başından geçmiş olup bitenleri bu sure-i celile bize açık ve net olarak öğretiyor ve bildiriyor.
Ebrehe ve orduları Allah’ın insanlık için, getirmiş olduğu mutlak adalete dayalı sisteme karşı kin ve nefret besleyerek yok etmeye çalışırken, kendi varlığına son vermesi bir dersi ibrettir.
Hem de küçücük güçsüz ebabil kuşlarının vasıtasıyla yok edip biten güçlü bir orduydu, ebrehe ordusu.
İşte kıssadan hisse almak insanlık için bir dersi ibret olmalıdır.
Allahû Teala o diktatör zalimin zulmünü sonlandırmak için havadan uçuşan kırlangıç tipi küçücük kuşlar ordusunu görevlendiriyor, her birinin gagalarına bir taş ve ayaklarına da ikişer taş taşımak üzere görev veriyor ve ebrehe ordusunun üzerine taşları yağdırıyor.
Bize göre burada herkesin düşünerek ibret almak için yola çıkması gerekir.
En derin saygılarımla.