TEK PARTİ, ŞEFLİK VE DİPÇİK SÜRECİNE DEVAM MI?

Evet, Söz Gazetesi’nin müdavim okur dostları…

Türkiye artık kendini yeniliyor, olgunlaşıyor, normalleşiyor, olağanüstü anormal mezalimi aşıyor ve her yönüyle "Artık yeter" Türkçe ifadesi, "Edi bese" Kürtçe ifadesini rahatlıkla kullanabiliyor.

İki günden beri Vakit Gazetesinin Ankara Temsilcisi ve yazarı deneyimli kalem sahibi Serdar Arseven benik konuğumdu.

Onu Diyarbakır'da iki gün süreyle misafir etmenin mutluluğunu yaşadım.

Tabi Arseven'in Diyarbakır'a gelişindeki amaç; salt ziyaret içerikli değildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ifadesiyle; gündeme gelen Üstad Beddi-ü Zaman Hasretleriyle alakalıydı.

1925’lerde yaşanan Şeyh Sait hareketi ile ilgili yörenin nabzını ve olayı yaşayanların birinci ağızdan; gerçekleri öğrenmek üzere Diyarbakır'a gelmişti.

Bu anlamda; benden yardım istedi.

Kendisine göre, ki katılmamak mümkün değil. Çünkü yakın tarihimiz içerisinde gerçekler hep ters yüz edilmiştir. Kirli senaryolar sahneye konulmuş, hadisenin gerçek yüzüne derin devletin kirli şalı çekilmiştir.

"Ben bunları artık deşifre etmek için Diyarbakır’a geldim ve olayla ilgili deneyimlerinizden faydalanmak istiyorum" diyerek; destek istedi.

Biz de dostumuz Arseven’e yardımcı olmak için kendisine özel araç tahsis ettik ve Dicle ilçemize (Piran)’a gönderdik.

Gün boyu çok önemli Şeyh Sait Efendi ile yaşayarak başlarından geçen mezalimi anlatan, yaşlı insanlara ulaştı ve olayın gerçek yüzünü öğrendi.

Arseven'in, olayın gerçek yüzünü kamuoyuna yansıtacağına inanıyorum.

İşte 1925’li yıllardan bugüne kadar Türkiye’de ve özellikle bu yörede tek parti şeflik ve dipçik mezalimini devlet arşivlerinden hep tersyüz edilmiş ve makyajlanmıştır. Gerçek yüzü yalan söyleyen tarihe yansıtılmamıştır. Bu meyanda bugüne dek, bu yörede yaşana gelen karanlıkta kalan olayların gerçek yüzünü artık yazma zamanı gelmiştir. Hatta geç bile kalınmıştır.

Ben de bu minvalde bugünkü yazımı 1925 ile 1945 yılları arasında vuku bulan tek parti şeflik ve dipçik döneminin karanlık tablosunu deşifre etmeye ayıracağım.

Devletin resmi ideolojisi hep komplo teorileriyle ve yalan söylem ve anlatımlarla yaldızlandırılmış. Makyajlandırılmış, böylece körpe zihinlere sahtecilik çabalarıyla yutturulmaya çalışılmıştır.

Onun için diyoruz ki; yakın geçmişimizden bugüne dek, Türkiye hep olumsuzluklarla anormalleşmelerle, gerçek yüzünü değil olayların kirliliğini ters yüz ederek, sahteciliğini dayatmıştır.

Evet, sevgili okurlar!

Artık süreç devam ediyor, bir ülke uyanıyor, bir halk meşru zeminde demokratik haklarına sahip çıkıyor, yüreklilik gösteriyor.

Bu da yarınlar için gerçekten ümit vericidir.

Hakkın batıla, gerçeğin yalana, adaletin mezalime karşı direnişi bunamış beyinlerin değil sağlam ve berrak, çalışan beyinlerin söz sahibi olması ülkemizin geleceğinin berraklığına, şeffaflığına, mutlak müjdeleyici bir aşamadır.

Tek kelime ile ülkemiz doğusuyla batısıyla, Türküyle Kürdüyle, Müslimleriyle ve gayrimüslimleriyle, artık kurtuluşa doğru yürümektedir.

Barışa, hakkaniyete, insanlık cevherine yakışır bir süreçten geçiyor ülkemiz.

1925’li yıllarından 45’li yıllara kadar tek partinin şeflik ve dipçik uygulaması, bu yöre insanının ruhi derinliklerine çok büyük yara açmıştır.

Maalesef ülkenin demokratikleşme sürecine girdikten bugüne kadar da yani 1950’lerden bugüne dek hep morfinleşme şekli ile tedavi edilmek istenmiştir.

Yani gerçek ilaç değil, ağrı kesici yöntemlerle süreç devam etmiştir. Ama hey hat böylece bir yere varılmamıştır. Milli Eğitim’deki müfredat, ders programlarından tutun da, toplumsal ahlaki ve kültürel oluşumlara kadar yapılan tüm uygulamalar, bir ülke insanını adeta ahlaki dejenerasyonlara sokulmaya çalışılmıştır. Bu söylediklerimiz tümüyle tarihi gerçeklere dayanmaktadır. birer kültür ve irfan yuvası durumunda olan medreseler, Kur’an kursları, insanları birbirine uzlaştırarak içtimai ve ahlaki faktörlerin gerçekleşmesinde en büyük rol oynayan, büyük ulema kesimine yönelik çok değişik yöntemlerle yok etme planları gerçekleştirilmiştir.

Günü gelmiş, devletin imkânlarını kullanarak halkı Bolşevizm’in ahlaksızlığıyla eğitmiştir. Gençlik, ne idügü belli olmayan yöntemlerle bilinmeyen karanlıklara sürüklenmiştir.

Bu nedenle Üstad Beddi-ü Zaman Hazretleri o günlerde yaşadıklarını çok güzel ifadelerle dile getirmiştir.

"Evet, bir tek gayem vardır, o da mezara yaklaştığım bu zamanda İslam memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşların seslerini işitiyoruz. Bu ses alemi İslam’ın iman esaslarını zedeliyor, halkı bilhassa gençleri imansız bırakarak, kendine bağlamak istiyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücadelem ile inşallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlarda korkarım ki, bu Bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücadele açan dindar kuvvetlerle el ele vermek benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle komünistlikle, yani bolşevizmle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına Allah’ın birliğine hizmet edeyim."

İşte bakınız sevgili okurlar!

Üstadın bu geçen ifadesinin kelimesi kelimesine, O günlerde ülkenin, özellikle doğu ve güneydoğu insanının başına gelen tek parti mezalimini kastediyor. İnsanlarımızın başına yağdırılmak istenen bu kirli ve karanlık tablo devleti eline geçirmek isteyen o günün ırkçı, şoven, Kemalistlerin faşizan hareketini kastederek Üstad bu yazıyı kaleme almıştır.

Bu inanç doğrultusunda başta merhum Şeyh Sait olmak üzere, ülkenin ve yörenin birçok ulema kesimleri harekete geçmişler. Kemalistlerin ülkenin başına yaşatmak istediği mutlak bolşevizmi ve dinsizliği bertaraf etmek için halkı uyarmak istemişlerse de fakat ne çare ki, Atatürkçülük perdesi altına Kemalistlerin attığı adım ve sahneye koymak istediği kirli senaryolara karşı ülke tümüyle yenik düşmüştür. Kemalizm’in bu deccaliyet fitnesinden kurtarmak uğruna nice büyük insanlar kellesini koymuşlardır.

O günlerde Kemalizm’in diktasını yaşatan İngiliz ajanları, insanlar üzerine korku ve dehşet yaratarak, nice ocakları söndürmüştür. Böylece ülkeyi, doğu ve güneydoğu insanlarını ırkçılık ve kavmiyetçilik taassubuna zorlamış, tarihi İslam gerçeği kalplerden kaldırmaya çalışılmış, yüce kitabı olan Kur’an öğreniminden uzaklaştırılmış bir hal söz konusu olmuştur.

Kadının karakteri gereğince cevherinde yatan haya ve utanma damarını kaldırmışlardır. Böylece istediklerine ulaşmış olan bu sözüm ona kurtarıcı ajanlar, geçici de olsa hedeflerine ulaşmışlardır.

Bu paralelde halkı bilinçlendirme hareketine geçen Şeyh Sait ve yörenin büyük aşiret reisleri ve kabilelerin ileri gelen kültürlü büyük insanlarını asmışlardır, kesmişlerdir. Bir çoğunu sürgüne tabi tutmuşlardır.

Üstad Beddi-ü Zaman hazretleri o günlerde merhum Şeyh Sait Efendi’nin hareketine fiilen katılmak istememiş, bilakis uyararak geçici bir süreç için, olayın soğukkanlılıkla durdurulmasını istemiş. Zira olayın İngiliz ajanları durumunda olan Kemalistlerin bir oyunu olabileceğini hisseden Beddi-ü Zaman Hazretleri Şeyh Saitlerin oyuna gelmemeleri için çaba göstermiş ise de önleyememiştir. 

Bu yöre insanının üzerine oynanan oyunlar olabilir, Kürtlerle Türklerin İslami ve tarihi realiteler paralelinde birlikte hareket etmişlerdir. Tarih boyunca haçlı emperyalizmine karşı yekvücut olarak i’layi kelimetullah (Kelime-i Şehadet) uğruna birlikteliğini muhafaza etmek için hareket etmişlerdir. Birlikte şahadet ve gazilik mertebesine ulaşmışlardır. Ama hey hat ne çare ki, Üstad Beddi-ü Zaman’ın bu girişimlerini akamete uğratan, ajanların kirli komploları ve devletin derin oyunları her şeyi ters yüz etmiştir.

Tam bir yıl sonra yani 1926’da Üstad Beddi-ü Zaman’ı da Van’ın Erek dağının zirvesinde bulunan Medreselerinden talebeleri arasından ellerini kelepçeleyerek Erzurum yolu üzerinden Burdur’a sürgün etmişlerdir. Jandarmaların süngüleri altında, ellerini kollarını bağlayarak ve onunla birlikte yörenin ileri gelen büyük insanlarıyla beraber.

Beddi-ü Zaman Saidi Nursi, Türkiye’nin başına gelen bu karanlık mezalime karşı böylece mücadele bayrağını açmıştır ama sürgündeki hayatının tümü işkence, mezalim, gözaltı ve hapishanelerde geçtiği halde kendi ideolojisinden vazgeçmemiştir. Davasını dünya kamuoyuna yansıtmak için çok büyük imkânsızlıklar içerisinde Risale-i Nur eserlerini telif etmiştir.

Buna rağmen ümidini yitirmeyen Üstad Beddi-ü Zaman şöyle diyor:

"Behemehal, (istikbal gelecek), İslam’ın olacaktır. Asya’da en gür seda İslam’ın sedası olacaktır."

Ve nitekim bugünlerde artık müjdeleyici oluşumlar baş göstermiştir. Gerek merhum Şeyh Sait Efendi’nin hareketi olsun ve gerekse Dersim olayı olsun, bunların başına gelen o iğrenç mezalim, ülkeye ve özellikle bölge insanına derin yaralar açmıştır. Onun içindir ki CHP’li Onur Öymen o günleri yeniden hortlatmak için Meclis kürsüsünden şöyle yaftaları yağdırıyor.

"Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersimde analar ağlamadı mı? diye. İşte bugün AK Parti Hükümeti’nin 7 yıldan beri iktidarda olması o da bize göre bir şanstır. Böyle Abdullah Gül gibi bir Cumhurbaşkanı’nın ve Recep Tayyip Erdoğan gibi bir Başbakan’ın varlığı, ülkenin bütünlüğüne, varlığına ve gelişmesine müjdeleyici bir haldır.

Başta söylediğimiz gibi evet Türkiye, artık olgunlaşıyor, normalleşiyor, olağanüstü hali aşıyor.

Yeni Şafak’taki Hakan Albayrak’ın dünkü yazısında söylediği gibi Necip Fazıl’ın şu mısralarını sahiplenerek okumak bugün herkesten önce Recep Tayyip Erdoğan’ın hakkıdır.

İşte Necip Fazıl diyor ki, "Şurda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes, Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es"

En derin saygılarımla.