ÜLKENİN TEMEL SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÇARESİ!? (II)

Çare belli.. Ama ne hazindir ki, “çözüme” odaklanıp, çözüm reçetesini hayata geçiren yok.. Ki gelen, giden iktidarlar “aynı eksende”, Gün oğlu misali, devran sürdürmeleri sonucu; ne çözüm sağlanabilinmiştir.. Ve ne de, sorunlar minimize edilebilinmiş değildir.. Sürekli mevcudiyete yeni mevcutlar eklenerek günümüzdeki hal-i perişanlık ikmal edildi…

***

Dün, ülkenin ve milletin “derinden derine” yaşadığı perişan hallerin ana hatlarını irdelerken, şu ifadeyi kesin bir dille aktarmıştım.. Ki bugün değil, kendimi bildim bileli ve Diyarbakır Söz’ün yayın hayatına başladığı gün itibariyle, mevcut bayatlamış, “tek dişi kalmış canavar” misali kendini idame eden müesses nizamın rotasında gidildiği sürece “huzuru ve istikrarı” yakalamamız mümkün değil.. Hele ki kangrenleşen milli ve yerli sorunların da hiçbirine; çözüm bulunamaz!..

***

Ülke de, millet de kendini “sorunlar yumağından” kurtaramayacağı gibi bugünden dünü “mumla” arar olur.. Ki hal-i alem orta yerde cereyan ediyor.. Çünkü maneviyat denilen insani ve vicdani rahman, tamamen “maddiyatın” kölesi durumuna sokuldu… Batı ve batıla odaklı, sekülar bir anlayışın, İslamiyet’i ve Müslümanların “ulvi değerlerini” şeytani bir ruhla “çağdışı, gerici” tanımlamalarla, yok eden bir anlayışın tahakkümü söz konusu!

***

Yoksa Sözcü gibi paçavradan ibaret, Atatürkçü geçinen ama “Atatürk’ün manevi şahsiyetini” sömüren, mefkuresiyle ve düşünceleriyle, yayın anlayışıyla, zerre-i miskal “yerli ve milli” olmayan, dış orijinli fikriyatıyla, İslami değerlere saldırmazdı.. “Namus ve hayayı” anlamsız kılan düşünceyle; “Namus ette değil, yürektedir hocaaa” diye, manşet haber yapmazdı.. Dün bu manşeti ve içeriğini, ön plana alıp tarihsel bir analizde bulunmuştuk..

***

Özellikle, Melike Hatun Camii İmamı Halil Konakçı Hocanın  “kadınlar hakkında” verdiği vaazında Türkiye kadınının gerçek manada “kadın olma sıfat ve davranışlarına” dikkat çekmişti..  Ki Konakçı hoca, Diyanet İşleri Bakanlığının ona vermiş olduğu yetki çerçevesinde, çıktığı minberin sorumluluğu noktasında, İslami değerlendirmeyle vaazını icra etmiştir… Türk kadınının Müslüman bir kadın olma haysiyetiyle Kur’anın hükümlerine uyma halini yaşaması gerektiğine vurgu yapmıştır..  Bugün belki değil, ama yüz yıl evvel hatta hala da Türkiye’nin bazı kesimlerinde İslam inancına bağlı olan yörelerdeki kadınların terbiye, hayâ, utanma karakterinin var olduğu açık olmasına rağmen, “kadınların yüz yıl önceki yatak kıyafeti bile böyle değildir” ifadesini kullanması kadar doğal bir vaaz var mı?.. Yok.. Ama gel gör ki haksız ve kirli eleştirilere maruz kaldı.. Daha da ileriye gidenler oldu; “hoca görevden alınsın” diyenler çıktı…

***

Baksanıza, Demokrat Partili Cemal Enginyurt neler söylüyor… “İmam zehir kusmuş. Hoca, kadınlara baktığın göz hiç de iyi bir göz değil, namus ette değil, yürektedir hocaaa..”

Denir ya vay da vay.. Nerden nere geldik?… Sağcı ve muhafazakâr kimlikli; siyasetin hal-i pür melali nasıl bir evrime uğramış…

CHP’li Gamze Taşçıer’in, namelerine bakalım… Olayı Meclis’e taşımış.. “İktidar bu şahıs için soruşturma açmayacaksa bari bir terfi versin” gibisinden, akla ziyan cümleler kurmuş.. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi aynı paçavranın son sayfasında meşhur bilinen Yılmaz Özdil’in, gerçek dışı palavradan ve laf kalabalığından ibaret olan “Lozan” başlıklı yazısı, “bunlar hangi ülkenin insanları” diye der demez insana söyletiyor…

* * *

Bunlar, dün olduğu gibi bugün de İslam’a karşı hasımane bir tutumla, “salya akıtmaya” devam ediyorlar.. Benim burada anlayamadığım ve bir türlü anlam veremediğim tavır, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, böylesi paçavraların tezviratlarına “sessiz ve duyarsız” kalmasıdır.. İslam’a inanmış, Müslüman kimliğini taşımış, en sıradan insan bile; “bunlar ne diyor?” sorar iken, Diyanetin “misyonunu” icra etmekten imtina etmesi, hakikatten, insanın kanına dokunuyor..

***

Ben bir kez daha buradan, Diyanet İşleri Başkanlığına seslenerek, onları “göreve davet” ediyorum…

Ve diyorum ki…

Bu memleket, her şeyden evvel bir İslam ülkesidir.

İslam dinine inanan 84 milyon insanımız vardır…

Anayasanın tüm hükümlerine rağmen “Din ve inanç özgürlüğü” ne yazık ki esaret altındadır.

Din adamları hutbe okurken, vaaz verirken, korku, endişe ve kaygı içerisinde yürekleri tir tir titriyor.

Acaba vereceğim vaaz, ya da okuyacağım ayet yüzünden “beni linç ederler mi?”…

Ayetten, hadisten bir ifade kullanırsam, birilerinin nam-ı hesabına Diyanet İşleri Başkanlığı beni işten atar mı?

Paçavralı medya beni ağzına alıp, hedefe koyar mı?!

Bugün birçok din adamımız bu korkunun esareti altında büyük bir eziklik yaşıyor…

Peki, sormazlar mı?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir Hukuk Devleti değil midir?!

Hukukun üstünlüğüne, demokrasiye bağlı olan bir anayasanın varlığı söz konusu değil midir?

Demek ki değildir…

Onun için de, Bolşevizm’i savunan nice baykuşlar ulu orta cirit atıyor…

Hele ki şu sol medyanın çarşaf çarşaf, İslam’a “hakaret içeren” manşetleri peşi sıra yayınlamaları!

İslam diniyle alay edercesine Diyanet İşleri Başkanlığını kıskaca almış…

Din adamlarının yasaların kendilerine vermiş olduğu konuşma özgürlüğüne müdahale ediliyor…

Ne hazindir ki Diyanet İşleri Başkanlığı da büyük bir vurdumduymazlık içerisinde suskunluğu tercih ediyor..

Vay ki vay memleketin haline!

Akıl tutulması yaşıyorum sevgili okurlar…

Bu ülke insanı diniyle, imanıyla, inancıyla, camisiyle, cemaatiyle, toplantısıyla, medresesiyle, Kur’an tedrisatıyla, bu şeref yoksunu Bolşevik baykuşların hegemonyasından kendini neden kurtaramıyor?!..

Demokratik yollarla, hukukun üstünlüğü ilkeleri rotasında “bu ve benzer” yapılarla mücadele edilmiyor?!

Neden, neden ve neden?!

AK Parti, 20 yıldır iktidarda…

Ve bu topluma kendini; “muhafazakâr” olarak lanse etti… Bu yönde, vaatlerde bulundu.. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaşam biçimi, değerleri ve anlayışını bir kenara bırakırsak.. Ki denir ya bir gülle bahar olmaz.. Ama AK Parti mevcudiyetiyle “misyonunu” yerine getirmediği için, insanı der demez derin bir ikilemin içerisine düşürdüğü gibi üzüyor…

Paçavraların hezeyanlarına baktığımızda, kendilerine “kalkan ve libas” ettikleri değer, Atatürk’tür…

Atatürkçülük zırhı altında, kirli mefkûrelerini serbestçe topluma yansıtabilmeleri bize göre apayrı bir garabettir.

Çünkü bunların hiçbiri, Atatürk’ün manevi şahsiyetine önem verenler değildir…

En büyük ihaneti onlar Atatürk’e yapmaktadır…

***

Sonuç itibariyle..

Eğer ki Türkiye Cumhuriyeti bir Hukuk Devleti ise…

Eğer ki Hukukun üstünlüğüne inanıyor ise…

Anayasamızın 10. Maddesi, 14. Maddesi, 24. Maddesi, tümüyle yüce İslam dinine mensup olan vatandaşların serbestçe dini inancını yaşamak, düşünce özgürlüğü paralelinde din adamlarının Kur’ana, Hadise dayalı bilgilerini halka yansıtmak özgürlüğünü teminat altına almış olmasına rağmen, hala da Türkiye kendini böylesine Bolşevik zındıka baykuşların dayatmasından kurtaramıyorsa, söylenecek söz olabilir mi?!

Ne mümkün…

Yani artık halk, toplum uyanmalıdır.

Biz nereden yürüyoruz?

Nereye gidiyoruz?

Ve bunlar bizi nereye yöneltip, yürütmeye çalışıyorlar?

Hulasa, Türkiye ülkesiyle, milletiyle, devletiyle, ne zamana kadar bu Bolşevizm’i savunan baykuşların hegemonyası altında yaşayacaktır?

*  * *

Gel gelelim, Yılmaz Özdil’in “Lozan’ı” anlatan yazısına…

Özdil, Mustafa Kemal’in eşi Latife Hanım’ın biyografisini ve evlilik tarihini uzun uzadıya yazıyor.

Özdil’in kaleme aldığı yazı bir bütünlük içerisinde, onun hangi kulvarda olduğunu, neye hizmet ettiğini, nasıl bir ihanet çerçevesi içerisinde bulunduğunu ve yaşadığını ele veriyor.

Yani, bilerek veya bilmeyerek lades oluyor!

Yazmış ki;

“Latife Hanım İlkokul eğitimini eve getirilen İngiliz ve Alman öğretmenlerle tamamlamış, sonrasında İstanbul'da Arnavutköy Amerikan Koleji'nde okumuştu, İngiltere'de Tudor Hall School'da lisanını ilerletmişti.

Halide Edip Adıvar'ın öğrencisiydi, Tevfik Fikret'ten Halit Ziya Uşaklıgil'den ders almıştı.”

Özdil “laf-ı güzaftan, derme çatma ifadelerle Atatürk’ü ve Latife Hanım’ı anlatıyor” sözde yazısında…

Yazısının son bölümünde ise şöyle diyor;

“Lozan Antlaşması, sadece Kurtuluş Savaşı'nın neticesi değildir.

Aynı zamanda, kadın-erkek eşitliğinin zaferidir.”

***

Bu teze söylenecek söz şu olur…

Vay seni gidi fikir fukarası vay!

Ne yazık ki senin gibi nice yoz beyinli yazar-çizerler bu memleketi nasıl arkadan vurmuşlar, nasıl kandırmışlar ve nasıl akı kara, karayı ak olarak gösterebildiklerini görüyoruz, biliyoruz, tanıyoruz!

Bilemiyorum.

Bunu sana değil de esasen ülkeyi yöneten gelen giden muhafazakâr partilere sormak lazım.

Onların demokrasi uygulamalarına sormak lazım…

Muhafazakâr vatandaşların onlara vermiş olduğu oyların kendilerini iktidara getirmiş olmalarını anlamamaları milleti anlayamadıklarının hal-i pür melalinden sormak lazım.

Demokrasi nasıl uygulanır?

Bir imamın devletin ona vermiş olduğu vaaz verme görevini, hutbe okuma vazifesini yerine getirirken, böylesine kirli Bolşeviklerin dayatmaları altında ezdirmiş olmalarını iktidar partisinden sormak lazım.

Bunları nasıl yapabiliyorlarsa bize göre millete cevap vermeleri gerekir.

Ama veremiyorlar diye düşünüyoruz.

Özdil, Lozan’ı anlatırken şöyle devam ediyor;

“Lozan Antlaşması, sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin tapusu değildir.

Kadınların eşit eğitim hakkıdır, medeni nikâh hakkıdır, boşanma hakkıdır, velayet hakkıdır, miras hakkıdır, seçme hakkıdır, seçilme hakkıdır, meslek edinme hakkıdır, çalışma hayatına katılabilme özgürlüğüdür, eşit işe eşit ücret hakkıdır, kürtaj hakkıdır, gebeliği önleme hakkıdır, kızlık soyadını kullanma hakkıdır.

Lozan Antlaşması, kadınların kafesten, peçeden kurtulmasının antlaşmasıdır, kadınların sokağa çıkabilme özgürlüğüdür, seyahat özgürlüğüdür, yanında erkek olmadan restorana, sinemaya, tiyatroya, konsere gidebilme özgürlüğüdür, sanatçı olabilme özgürlüğüdür, spor yapabilme özgürlüğüdür.”

* * *

Sevgili okurlar.

Bakar mısınız bu yazara kendi iç duygularını nasıl da dışarıya yansıtıyor, nasıl da toplumu zehirli kalemiyle zehirlemeye çalışıyor?

Tüm çıplaklığıyla kendini ele veriyor.

Ama karşı tık yok..

Biz de diyoruz ki;

Lozan bir kurtuluş değil, bir zafer değil, Türkiye’nin gerçekten tapusu değil.

Türkiye’yi hezimete götürme vesikasıdır.

Ülkeyi bölme, milletin birlik ve beraberliğini parçalama, toplumu dinden, imandan, Kur’andan uzaklaştırma belgesidir.

Ve senin saydıkların tamamıyla İngiliz baş murahhası olan Lord Curzon’ın İsmet İnönü’yle paylaşmış olduğu ülke coğrafyasının satılmasıdır.

Ve bu antlaşma, Türkiye’nin dinden, imandan uzaklaştırılma vesikasıdır…

Cumhursuz bir cumhuriyet uygulamasıyla çeyrek asır devam ede gelen tek parti şeflik ve dipçik döneminin Bolşevizm uygulamasıdır ve baykuşların ötmesi demektir!

Ey Kızıl ve Bolşevik Baykuş, er ya da geç hukukun ve demokrasinin “çizmeleri” altında ezilip gideceksin!

En derin saygı ve sevgilerimle.