ÜLKENİN TEMEL SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÇARESİ!? (III)

Yazı başlığımız yerini koruyor, sohbet serimiz ise devam ediyor!.. Söze, Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in “Âl-i İmrân” suresinin 187. Ayetinin yüce mealiyle başlayalım…

Allah, geçmişte kendilerine kitap verilenlerden:

“Onu(n hükümlerini) insanlara açıklayacaksınız ve ondan hiçbir şeyi gizlemeyeceksiniz!” diye sağlam bir söz almıştı.

Ama onlar (antlaşmayı hiçe sayarak) bu sözlerini kulak ardı etmişler ve onu küçük bir kazanç karşılığı (mal, servet, şan, şöhret gibi dünyalıklarla) değiştirmişlerdi.

Ne kötü bir alışverişti bu!”

İşte bu yüce ayet-i kerimenin mealinden açıkça anlaşıldığına göre Allahû Teâlâ geçmişteki İsrailoğullarına gönderdikleri kitap olan “hakiki Tevrat’ın hükümlerini insanlara açıklayacaksınız ve ondan hiçbir şeyi gizlemeyeceksiniz” diye güçlü bir taahhüt almıştı.

Ama onlar bu taahhütlerini önemsemeyerek arkalarına atmışlar ve küçük bir kazançla dünyalık menfaatle değiştirmişlerdir.

Ne kötü bir alışveriş..!

Ayetin mealinin bize bunları hatırlatması gerçekten çok önemlidir.

Ehl-i kitaba yöneliktir..

Yani tüm semavi dinlere yönelik “ilahi” bir uyarıdır bu.

Bu ilahi uyarı, her ne kadar Hz. Musa (A.S)’ın dini üzerine Tevrat’tan bahsediyorsa da keza Hz. İsa’ya yönelik Hıristiyan dünyasının da kulaklarını çınlatıyor bu ayet-i kerime!

Ki tüm Peygamberlere vahiy dini olarak gelen bu ayet-i kerime açıkça şöyle uyarıyor;

“Ey ehl-i kitap!

Sizin Tevrat ve İncil’deki yazılan hükümler doğrultusunda Hz. Muhammed (S.A.V)’e ve getirdiklerine iman etmeniz lazım.

Sizin kitaplarınızın hükümlerinin geçerlilik zamanı bittikten sonra, yeni başlangıç Hz. Muhammed (S.A.V)’in getirdiği Kur’an hükümleridir. Ona inanmanız gerekir.

Kur’an diyor ki Hz. Muhammed (S.A.V)’in getirdiklerini açık bir dille net olarak, inanarak insanlara tebliğ etmeniz gerekir.

Siz bunu yapmadığınız takdirde görevinizi kötüye kullanmış olursunuz..

Ki en büyük sorumlular da sizin din adamlarınızdır.

Allahû Teâlâ da sizden bu taahhüdü almıştır.

Sizinle bu şekilde sözleşme gerçekleştirmiştir.

Keza o semavi dinlerin mensuplarına bu hitab-ı ilahi ne kadar geçerliyse aynı şekilde yüce Kur’an-ı Kerim’in getirdiklerini toplumlara, özellikle İslam ümmetine ve hatta tüm insanlığa tebliğ etme taahhüdünün varlığı da söz konusudur.

Kirli dünya emtiası, rantı ve çıkarı uğruna veyahut gelecek makam ve mevkii hatırına, Allah’ın Hz. Muhammed (S.A.V)’e vahiy olarak gönderdiklerini; toplumlara, insanlara tebliğ edilmesi gereken kimseler tarafından bu tebliğ yapılmadığı takdirde, en büyük kötülüğü yapmış olur…

Rant ve çıkar uğruna ketmedildiği (saklandığı) takdirde, o zaman da kötü bir alışveriş yapılmış olunur…

Nitekim aynı surenin 188. Ayeti de aynı tarzda yine hükmen ve zımnen insanları uyarıyor, hatta tehdit manasını da taşıyor?

Ayet mealen aynen şöyle buyuruyor;

“Sanma ki başardıklarıyla övünen, yapmadıklarıyla övünmekten hoşlanan kişiler azaptan kurtulabilecekler. Onlar için elem verici bir azap vardır.”

Bu her iki ayet; bizden önceki semavi dinlere mensup olanlara yöneliktir…

Ki din adamlarını çok büyük çapta uyarmıştır.

En açık ifadeyle, tüm semavi dinleri temsil eden ve kapsamına alan yüce İslam dininin getirdiklerini de saklayanlar, söyleyemeyenler, açıklamayanlar, insanlara tebliğ etmeyenler, aynı o geçmişteki din adamlarının maruz kaldığı ilahi tehditlerle karşı karşıya olduklarını, olacaklarını unutmasınlar, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar.

Önceki dinlerin din adamları nasıl çıkar uğruna, Allah’ın gerçeklerini saklayıp, söylemedikleri için cezalandırıldılar,,,

Dinin ana hatlarını insanlara tebliğ etmeyle mükellef olan dinin temsilcileri, her kim olursa olsun, nerede olursa olsun kendini vebalden kurtaramaz..

Diyanet İşleri Başkanlığı mı olur veya Kur’an ilmiyle kendini donatmış olanlar olabilir fark etmez…

“İslam dinine hizmet ediyorum” gösterişlerine girmeyecek…

Gerçek manada gönül açıklığıyla Kur’an gerçeklerini topluma götürme sorumluluğunu taşıması gerekir…

Bunu yapmadıkları takdirde katimüddin, yani dini gerçekleri ketmedenlerden saklayanlardan olduklarını bilmelidirler.

Hiç kuşkusuz ki, ilahi hükümleri toplumla paylaşmayıp veya paylaşmak istemeyip batıl hurafelere dayalı tağuti dayatmalarla toplumu yöneten ve yönlendirenler de aynı şekilde bu her iki ayet kapsamından kendilerini alı koyamazlar…

Zira bu ayetler açık ve net olarak diyor ki;

Ulema kesimlerinin kendi meslekleri icabı olarak, vahiy yoluyla gelen Kur’anın hükümlerini topluma, toplumun gençliğine enjekte etmeyip saklayarak gizli tutanlar hiç unutulmasın ki “Şeytan’un ehresu (Dilsiz Şeytan)” halini yaşamaktan kendilerini kurtaramazlar.

Nitekim bu her iki ayetin yüce meallerinde anlatıldığı gibi bunu teyiden büyük çapta daha fazlasıyla olaya açıklık getiren ikaz ve tehditlerden bir ibare de “Nisa” suresinin 65. Ayeti..

Ayetin meali aynen şöyle

“Ama hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında anlaşmazlığa düştükleri her konuda seni hakem tayin etmedikçe ve sonra da senin kararına kalplerinde hiçbir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle tabi olmadıkça, gerçekten iman etmiş olamazlar.”

Bu âyet, Hz. Peygamber’in Allah’tan aldığı vahiy ile Kur’an mesajını yaşanılır kılmak amacıyla verdiği emirlere her Müslüman’ın kayıtsız şartsız uymak zorunda olduğunu ifade etmektedir…

Hz. Muhammed’in sadece peygamberliğine inanmakla yani şehadet getirmekle, onun hayata geçirdiği inanç, düşünce ve ahlaki değerleri tatbik etmek aynı şey değildir.

Bir kişi Hz. Peygambere inanıyorsa, ona tabi olmak ve hayatını ona göre inşa etmek zorundadır.

* * *

Bu ayetin yüce mealinden de anlaşıldığı gibi İslam dünyası ve İslam dünyasını yöneten yönetimler, hangi milletten olursa olsun, hangi coğrafyada olursa olsun mutlak surette Hilafet-i İslamiye’yi temsilen o İslam dünyasının milli iradesi paralelinde insanları yönetmek zorundadırlar.

Aksi takdirde gerek Âl-i İmrân suresinin 187 ve 188. Ayetlerinin mealinin tehditlerine maruz kalmaktan kendilerini kurtaramadığı gibi Nisa suresinin de 65. Ayetinin hükümlerinden kendilerini hiçbir zaman kurtaramazlar.

Bakınız, sevgili okurlar.

Bu yüce ayetlerin meallerini görülen lüzum üzerine sizinle paylaştık…

İki gün önce üst üste yazmış olduğumuz Ankara’daki Melike Hatun Camisinin imamı Halil Konakçı Hocanın nasıl medyanın paçavralarının saldırılarına maruz kaldığını ve o paçavraların Bolşevik baykuş olan bazı yazarlarının veyahut habercilerinin Hoca aleyhinde kirli isnatlarına, ne Diyanet İşleri Başkanlığından, ne muhafazakâr geçinen iktidar partisinin yetkili ve etkili zevatından ve ne de diğer muhafazakâr geçinen sözüm ona İslam davasını savunan İslami medyadan hiç ama hiçbirinden bunlara karşı ses çıkarılmadı.

Onların o kirli isnatlarına karşı suskun kaldılar..

Halil Konakçı Hocayı yalnız bırakmaları, bizim bu söylediklerimizi ne kadar teyit ettiklerini ve Müslümanların nereden yürüdüklerini, hangi kisveyle dolaştıklarını bariz bir şekilde açıklamaktadır.

Bu hal, inanan bir toplumun perişan bir vaziyette olduğunun açık bir göstergesi değil de nedir?

İşte Kur’anımız tüm bunları bize hatırlatırken, ne yazık ki biz İslam topluluğu olarak, mevcut laikçi sekülarist, Kemalist anlayışı paralelinde bizi yöneten bir sistemle yetiniyoruz…

İslam dinini savunanları yalnız bırakarak, başını kuma gömen devekuşu gibi hal yaşamanın üzüntüsünü doğrusu, herkesle birlikte biz de yaşıyoruz.

Ama kime diyeceksin!..

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar..