YAKIN TARİHİMİZİN KARANLIK TABLOSU

Evet Sevgili okurlar!

Allah demiş kulum doğru söyle, neleri kimlerden saklıyoruz?
Ne yaparsak yapalım gün gelir her şey tüm çıplaklığıyla ortaya çıkar, kendini bariz bir şekilde görüntüler.
Ayıplar skandallar yüz kızartıcı suçlar, inanın ki hiçbir zaman kaybolmaz.
Hele hele insan kanı ile ilgili olsa hiçbir zaman kan toprağa gömülüp gitse bile bir gün o kanı yutan o toprak kendini ele verir.
Renginden, fiziksel görüntülerinden dahi olsa çürümüşlüğü o toprağın taneleri dahi kendini 'burda' diye seslenir.
Zira insan kanı çok ağır bir vebaldir. Hele haksız olarak dökülen bir kan olsa havanın esir tabakasına dahi uçup gitse dahi yine o zalimin yakasına yapışır. Ve onu ele verir.
Evet fazla başınızı ağırtmayalım.
Türkiye’de olup bitenlerden bahsetmek istiyoruz. Özellikle yakın tarihimizdeki işlenen faili meçhul cinayetler..
Devlet eliyle estirilen terör ve söndürülen nice ocaklar? Her ne kadar tarih sayfalarında gizliden gizliye nakşedilmişse de er-geç buradayım dercesine faillerini yakalatır.
Tıpkı Türkiye’deki görünen manzaralar gibi. Bize göre en büyük ayıp, en büyük tehlike ve en karanlık tablolar, utanç verici haller tarih boyu işlenen suçlar ve cinayetlerdır.. Hele hele devlet eliyle işlenmiş olanlar..
Onları iyi gösterip yaldızlamakla parlatmak, gerçekleri tersyüz etmek, o apayrı bir affedilmez insanlık suçudur.

Bilindiği üzere bugünlerde yine yazılı ve görsel medyada yaşanmakta olan siyasi kavga Ergenekon terör örgütünün savunucuları ve şikayetçileri arasındaki yaşanagelen ibret verici  görüntüler ve tehlikeli manzaralar.
Gerçekten bunlar insanı korkutuyor.. Ülke geleceğini karartmaya yönelik olduğu için çok endişe vericidir.
Kimin eli kimin cebinde belli değil.
Basın yalnız ‘Dersim’ olaylarını sürmanşetlere çekmiştir; ama bize göre bu da yanlış ve eksiktir.
Medyanın bazı kalemşörleri ve siyaset bezirganları, olayların derinliğine değil sadece yüzeyselliğine yönelik kalemlerini oynatıyorlar.
Hadiselerin kenarından, kıyısında söz ediyorar..
Onun diyorum ki; Keşke tarih yalanları yazmasaydı.. Keşke devletin tarihi olduğu gibi berraklık içerisinde gerçekleri deşifre etmiş olabilseydi. Keşke bu ülke, bu devlet yalakaların yağdanlıkların içyüzüne muttali olabilseydi.
İşte o zaman sorun kalmazdı. Ama ne çare ki akı kara, karayı da ak göstermekle yetinen münafık tinetli ruhsuz ve camit, donuk bazı simalar yer edindikleri medya pazarında; 'hilebazlık' yapıyorlar..
Hele sözde bilim adamı geçinen ucuz yüzlü bazı proflar var ki; 'tarihi' katledenlerin başında gelmektedirler.
Diyorum ki keşke bu tinetli beyine sahip proflar hep geri planda kalsaydı. İşte o zaman tarihi olaylar daha netleşecekti ve süreç daha seri bir şekilde işlenecekti.
Ne yazık ki bir türlü Türkiye o şansı yakalayamıyor.
Neyse! Fazla da söze gerek yok.. Konumuzun sadedine gelelim.

Evet CHP’li Onur Öymen’in Meclis’te dile getirmek istediği Doğu ve Güneydoğu ile ilgili tarihi gerçek birileri tarafından paspas olmasaydı, bu medyanın ve siyasetin meydan bezirganlarının pazarında neler satılacaktı, herkes bunu öğrenecekti.
İşte diyoruz ya yalan söyleyen tarih utansın. "Evet yalnız yalan söyleyen tarih ve koruyanlar hem utansınlar hem de kahrolsunlar."
1925’teki Diyarbakır’ın Dicle ilçesinde meydana gelen Şeyh Sait ayaklanması ile meydana gelen büyük katliamlar, söndürülen nice ocaklar.
Bir gece Dağkapı’da bir sabah üzeri başta Şeyh Sait içinde olmak üzere bölgenin çok ileri gelen ulema ve büyük ailelerin reisleri, büyük çevreye sahip olan dindar aşiret reisleri dahil olmak üzere 48 kişi bir çırpıda Ezan-ı Muhammedi yani sabah ezanı okurken darağacına asmadılar mı?
İdam edildikten sonra cenazelerinin bile nereye götürülüp gömüldüğü bile hala bir muamma. Bilinmemektedir.

Bundan sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki sürdürülen katliamlar, bilinen ve bilinmeyenlerin haddi hesabı yok. Bu süreç 1937 ve 1938 yıllarına kadar sürdü. Devlet tarafından bu bölge sık sık tarandı. Kim nerede ne yapıyor diye?  Büyük çapta ajan ve casuslar, görev aldı insanlarıtek tek takip altına aldı.
Dersim olayı tarihçiler her ne kadar 50 bin kişi katledilmiş diyor ise de bizim araştırmalarımıza göre birinci Dünya savaşında Türkiye’nin kaybettiği şehit sayısından daha fazla.. 1925’li yıllardan 1940’lı yıllara kadar gerek Doğu ve Güneydoğu’da gerekse Türkiye genelinde olsun, öldürülen kaybedilen nice meçhullere gömülen insanlar vardır.
Ne yazık ki Cumhuriyet Halk Parti’nin sürdüğü baskıcı hegemonya, yani dipçik ve şeflik döneminde bunlar icra edildi. Birinci Dünya savaşındaki Haçlılar tarafından akıtılan masum ve Müslüman kanları az değil. Yüz binlerce insanın kanı akıtılmıştır.
Onur Öymen, bunun bilincindedir ki "Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersimde analar ağlamadı mı?" diyor. Yani o zaman ki ölen anaların ağlaması meşru yöntemlerle yapıldığına göre!!! Şimdi de Hükümetin ileri getirmiş olduğu Demokratik Açılım’ın gerçekleşmemesi için yine de bu ülkede analar ağlasın, ta ki CHP’nin eski dinazorluğu ve kan emiciliği böylece yaşam bulsun. Yoksa böyle sisli puslu havalar olmazsa hiçbir zaman bu ülkede bolşevizme dayalı anlayışlar, sülük gibi kan emenlerin bu memlekette yeri olmaz. Bu memleketin insanları mensubu bulundukları yüce İslam dini olma hesabı ile her zaman için uyanıktır, uyanmıştır, geçici bir süre uyumuş ise de ölü toprağı üzerinden atmış durumunda yeniden; genciyle, yaşlısıyla bay ve bayanlarıyla, okumuş ve cahilleriyle uyanmış ve yakın tarihimizin karanlık tablosunu görmüştür, görmektedir ve takip altına almıştır.
Artık Bolşeviklerin bu süreç içerisinde söz ettikleri sahte gerçekler günışığına çıkmıştır. Birçok tabular artık yıkılmaya yüz tutmuştur, yıkılacaktır ve yıkılmaya da mahkûm olacaktır.
Zira yaradılış kanunu gereği her uykudan hatta her ölümden sonra bir uyanış, bir diriliş vardır ve bu paralelde bir uyanış vardır.
Akif’in birinci dünya harbi başlangıcında dediği gibi "Ey cemaati müslimin inanan toplum, artık uyan biran için olsun uyanınız, kalp gözünüzü can kulağınızı böyle sımsıkı kapamayınız. Bir millet ne hale geliyor da topraklara seriliyor, bir vatan nasıl oluyor da ayaklar altında kalıyor. Bunu görünüz, anlayınız hala mı duygusuzluk? Hala mı görgüsüzlük etmeyiniz? Sonra şu başımızdaki felaket yok mu, işte ondan beterine hem Allah göstermesin bin kat beterine maruz kalabilirsiniz. O zaman hayatı milletten eser kalmayacak. Yani insanlık cibiliyetine yakışır ahlak yüceliği kalmayacak. O zaman namus-u İslam büsbütün mahvolacak. O zaman haremsaray tevhid inancını en muğdar ayaklar çiğneyecek. O zaman şerr-i İlahiye inanan o masum nasiyeler küfrün mülevves eliyle yerlerde sürüklenecek. Haydi biz duygusuz mahluklar bu zilletlerin bu ne rezaletlerin hepsine katlanalım, üç buçuk günlük hayatın ne değeri var diye kendimize teselli verelim. Ancak cemadat denilen cansızlar alemi bile dayanmayacağı heybetler, hüsranlar içinde geberip gidecekler. Lakin çocuklarımızı, torunlarımızı düşünmeyecek miyiz?"

Evet sevgili okurlar!.
Akif’in dile getirmek istediği tarihi bir gerçek, bu uyarıcı dersi bugün daha dik alası bize yaşatılmaktadır.
Kurtarıcılık adı altında bize yutturulan tabular, resmiyette yasalaştırılmış hukuk dışı baskıcı unsurlar daha bu memleketi ne zamana kadar sömürecekler..
Ve daha nere kadar devleti ve milleti taşıyla toprağıyla vesayet altında tutmaya devam edecekler.
Bu milletin bütçesiyle vergisiyle kendilerine hayatiyet kazanan ve palazlanıp büyüyen darbeci cuntacılar, şerefli Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üniforması ile daha ne zamana kadar kendine yaşam alanı bulabilecek? Ve milletine zulüm edecek.
İşleri güçleri, Marksist inkarcı solcu Cumhuriyet Halk Parti’nin güdümünde bu milletin dinine inancına Kur’an’ına karşı ilanı harp edecekler.
Hem değişik ve hem de çok değişik yöntemlerle kendilerini ve yıkılmayan tabularını bu memleketin başına bela kesecekler. Bu yetmiyormuş gibi hukuk adına yola çıkan yargı camiası da aynı paralellik arz etmektedir. Üst düzeydeki yargı mensupları milli iradeye karşı saf bağlamışlar ve adalet cübbesi altında zaman zaman kendi inançsızlık ve  inkarcı anlayışların paralelinde milli iradeye karşı boy göstermektedirler.
Dara düştükleri zaman Atatürkçülüğe sarılıyorlar. Bu Kemalist anlayış bu memlekette cirit attığı müddetçe hiçbir zaman memleket iflah olamaz. Milletine de hiçbir alanda nefes aldırmazlar.
Milleti ile hiçbir zaman barışık olamazlar. Bakınız A. İhsan Karahasanoğlu dünkü köşe yazısında ne diyor.
"Yüksek yargı isyanda, telefonları dinleniyormuş… Onun için büyük kızgınlık içindeler. Baro başkanları da parası kamu kurumundan olmak üzere gazete ilanları verip yargının dinlenmesine itiraz ediyorlar. Sokaklara dökülmek için hazırlık yapıyorlar.!
İyi de bu dinleme hikâyesi, yeni bir şey mi?
Daha önceki dinlemelerde, niye bu kadar cevval değildiniz?
Örneğin; Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın, mafya babası Alaattin Çakıcı’nın dosyası için yaptığı görüşmeler deşifre olduğunda…
Ne çabuk unuttuk değil mi?
O telefon konuşmalarında; Çakıcı’nın adamı olan müteahhit, Yargıtay Başkanı’ndan bir şeyler istiyordu, değil mi?
Ne oldu, o tarihte barolar ve yüksek hakimler topluca ayağa mı kalktılar?
YARSAV’ın devrik başkanı Ö. Faruk Eminağaoğlu, ne demişti o tarihlerde?
Var mı bileniniz. Var mı hatırlayanınız?
Ya medya?
Hürriyet’inden Milliyet’ine kadar.. Nasıl yayınlamışlardı telefon konuşmalarını, çarşaf çarşaf?
Birçoğu aleyhine, dava da açmıştı Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya.. Ama o davalar reddedildi..
Yargıtay Başkanı dinlenmişti bu ülkede.. da takılmış dinlemeye. Olabilir."

Sevgili okurlar.
Ya bir de Pazartesi günü Taraf Gazetesi’nin yazarı Neşe Düzel’in gazeteci Taha Akyol ile yaptığı röportajdaki geçen tarihi gerçeklere ne diyorsunuz. İşte onun için diyoruz ki artık yeter. Bu ülke kendine gelmelidir, tarihi gerçekleri öğrenmeli ve bilmelidir. Yakın tarihimizdeki geçen hak etmedikleri halde adeta devleştirip, ilahlaştırıp, putlaştırıp  tabu haline getiren bazı tabuları yıkmalıyız. Zira artık söz milletin olmalıdır diye düşünüyoruz. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de ifade özgürlüğüne verdikleri önem bünyesi paraleline her şeyi serbest yazmalı ve söylemeliyiz. Neşe Düzel’in, Taha Akyol ile yaptığı mülakat Atatürk’ten bazı vecizeleri naklediyor. Bunların önemine binaen özetleyerek bazı bölümleri sizin düşüncelerinize sunuyorum. "Atatürk: Kur’an Anayasamızdır demiştir" "Mustafa Kemal Atatürk dini siyaseten kullanmayı çok iyi başardı. Atatürk’ün şeriatı öven sözleri vardır. Mesela: "Bizim Kanun-i Esasımız (Anayasamız) Kur’an-ı Kerim demiştir. Bu konuşmaları hep milli mücadele sırasındadır. İstanbul’dan yardım almak ve halkı etrafına toplamak için Abdülhamit’ten daha İslami bir politika uyguladı; ama o her zaman batılı hayat tarzını benimsedi. Mustafa Kemal pragmatiktir. Politikacı olduğunu unutmamak gerekir."

"Atatürk şeriatı övdü, dini kullandı."

Atatürk dini, milli mücadele yıllarında siyaseten kullandı. "Kanun-i Esasımız Kur’an’dır. Allah’ın emirlerine uymadığımız için geri kaldık dedi.  Meclis’i öyle bir İslami gösterişlere açtı ki Atatürk’e göre çok muhafazakâr olan Karabekir, bu kadarı fazla dedi. Bunu ahaliyi kazanmak için yaptı. Milli mücadeleden sonra ise laiklik yolunda ilerledi, biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeğine göre politika yapıyoruz  dedi."

Evet sevgili okurlar..
İşte manzara bu, yakın tarihimizdeki göstergelerin gerçek dışı göstergeleri hep gerçek olarak gösterilmiş. Osmanlıyı yıkan, o cihanşümul kocaman bir devleti tarumar eden İttihat ve Terraki Cemiyeti’nin başındaki üç paşa maalesef Haçlı ve Siyonizm emperyalizminin adeta üç büyük maşası durumuna girmiştiler.
Zaten ülke ve millet olarak tarih boyunca bozguncu fesat yuvalarının maşası durumuna gelen nice darbeci, cuntacı paşaları gördük.
İşte bu zihniyete sahip olan tabular hep böyle baş tacı edilmiş ve millete böylece yutturulmuştur.
Keşke tarihi gerçekler tersyüz olmamış olsaydı.
En derin saygılarımla.