YERYÜZÜNDE LAİKÇİ MÜTECAVİZ UNSURLAR

Evet, sevgili okurlarımız!

Oluşan olaylar, gelişen keyfiyetler yalnız ülkemiz için değil, tüm İslam Dünyası'nın içinde bulunduğu badireleri kapsamaktadır.

Bugün değil, en azından iki yüz yıldan beri.

Laikçi olarak geçinen Haçlı Hıristiyan dünyası ile Sovyet Sosyalist Rusya ve yeryüzüne lobisini yerleştiren Yahudi ve Siyon emperyalizm.

Bu üçlü ittifak, İslam dünyası üzerine müteğallibane (istilacı) bir biçimde hükümran olmuşlar ve tüm aktifliğiyle devam etmektedirler.

Bu kirli ittifak karşısında olan İslam dünyasının yeri nerede ve ne haldedir diye düşünmemek ve kendi kendimize sormamak elde değildir?

Görünen odur ki, bu üçlü emperyalist ittifakın dayandığı tarihin derin odak noktası Doğu Roma İmparatorluğu, yani büyük Bizans İmparatorluğudur.

Zannedilmesin ki, İslam dünyasını yenik düşüren ve her platformda bir sömürge haline getiren yalnız dışarıdaki sıcak savaşlar değildir..

Evet, o savaş olayları geçmişe yönelik olmuş ise de ama günümüzde tam tersine dışardan, yani hudutlarımız dışında olan herhangi bir savaşla ilgisi yoktur.

Tüm İslam dünyasını avucunun içine alan hileli ve entrikalı Bizans oyunları paralelinde içerden kaleyi fethetmişlerdir.
Yani sınır belirtme savaşı yok.

İslam tarihini, Kur'an kültürünü, medrese ilimlerini coğrafyalar arasındaki örf ve adetlerini tümüyle Müslümanların elinden alma planlarıdır. Verilen mücadele buna yöneliktir.

Böylece kendi haydutlaşmış yabancı kültürünü İslam dünyasının bireylerinin beyinlerine enjekte edebilmişlerdir.

Tek dişi kalmış canavar misali vahşi medeniyetlerinin yaşatılmasıdır.

Bu nedenle Müslümanlar ne kadar kendi benliğinden sıyrılmış, varlığını geri plana atmış, teferruk yani bölünme ve parçanlamaya girdiklerinde, bu üçlü ittifak daha fazlasıyla palazlanmış, güçlenmiş, kudret sahibi olmuştur.

Tıpkı bugünkü gibi.

Ama hiç unutulmasın ki yüce islamın bize taahhüt ettiği misakı ilahi orta yerdedir, kaybolmamıştır ve olmayacaktır.

O ilahi taahhüt ve Hz. Muhammed (S.A.V.)'in eliyle imzalanmış bir sözleşme.

O sözleşme Kur'an ve sünnettir.

Bu her iki ana kaynak bize kesin olarak müjde veriyor ve geleceğin ne kadar berrak ve nurlu olacağını açık ve net olarak bildiriyor.

Hiçbir zaman bundan Ümitsizleşmeyelim.

Yüce İslam dininin tarih boyu yeryüzüne ilerlemeyi, geniş fütuhatlarını elinde tutarak demokrasiler üstü mutlak adaleti insanlar arasına götürdükleri zaman elbette ki haydutlaşmış medeniyetleriyle hazmedemeyen bu üçlü emperyalist ittifak, rahat duramamışlardır ve rahat durmamaya da devam etmektedirler.

Onların temel plan ve ana ilkeleri Allah'ın hükümlerine karşı kin, adavet ve düşmanlıktır.

Bunun arkasında gizlenen hedef Müslümanları Kur'an ve sünnetten uzaklaştırmaktır.

Zira onlar nasıl ki putperestlik anlayışı, şirk, ilhad ve inkarcılık hükümranlığı sayesinde güçlenip yeryüzünde kan emici sömürücü, yağmacı tavırlarıyla bir yerlere gelmişlerdir. Ve Müslümanları da galebe çalmak her türlü fitneye organize etmişlerdir. Bu oyunlarıyla, fersah fersah İslam dünyasını toplumlarıyla ve coğrafyasıyla birbirinden ayırıp bölmek, büyük münakaşa, niza ve terörizmi yaratmak ve bu tür pislikleri ve kirlenmeleri medeniyet ve ırkçılık makyajıyla süslendirmişlerdir.

Kurtuluşu ve büyümeyi Şeair-i İslami'ye denilen İslamın 1400 senelik usul ve adetlerini kalplerden sildirip gayri ahlaki canavarlaşmakta görmüşlerdir. .

Tüm bunları yaparken büyük başarılar(!) elde ederek, adım adım ilerlemişler ve yeryüzünü avuçlarının ortasına alabilmişlerdir.

Öyle oyunlar tezgâhlamışlardır ki artık sıcak savaşa, yani silah patlatmaya veyahut sınır belirtmeye gerek görmüyorlar. Zaten müstevlidirler. Kültürleriyle, teknolojinin harikalarıyla her tarafı istila etmişlerdir.

Girdikleri her ülkeye illa ki mimsiz medeniyetlerini beraberinde götürmüşler. Aldatmacalı bir biçimde o ülkenin ucuz iradeli beyinsiz kafaları besleme yollarıyla kendi tarafına çekmişler ve oraya zehirli bir inkarcılık tohumunu ekmişlerdir.

İslamın ana çizgilerinden uzaklaştırılmış olan o İslam toplulukları maalesef kültürel olarak benliğini yitirmişler ve ahlaki çöküntülere girmişlerdir.

Yaratılan eğitim camiası bünyesinde ihdas edilen kültürel faaliyetler tümüyle batı ruhuyla yeşertilmiştir.

Siyonist lobilerin mayasıyla ve aşılamalarıyla bir gençlik yetiştirilmiştir, bürokratlar yetiştirilmiştir ve devletlerin kilit noktalarına getirilmişlerdir.

Onun için artık buna diyeceğimiz bir şey yok. Tek kurtuluş çaremiz ve tesellimiz kendi kendimizi eleştirerek teselli mahiyetinde diyoruz ki;

‘Heyhat'te Necat-i' kurtuluş ümidimiz yok!

Neden?

Zira kendi içimizde başkasının adına çalışan ve yetkilerimizi kendilerine verdiğimiz zararlı varlıklar vardır da ondan.

Üstad Bediüzzaman diyor ya!

“Düşman dışardan olduğu zaman karşılık verilmesi kolaydır. Ama içte olduğu zaman mukavemet imkansız olur, çünkü kimin ne olduğu ve nerede, ne zaman ne yaptığı belli değil. Kurt gövdeye girmişse, ağaç kurdu gibi içten çürütüyor ve cansız bırakıyor.”

İşte buyrun sevgili okurlar!

Baştan buraya kadar sizinle paylaşmak istediğim sohbetin ana gayesi, son günlerde Türkiye'nin bir daha içinden çıkamayacak bir biçimde düştüğü badireler, karanlıklar ve belirsizliklerdir.

Devletin bünyesinde kavga var, kargaşa var, belirsizlik var. Millet de o paralelde kavgaya ve ümitsizliğe sürükleniyor.

Günlük yazılı medyaya baktığımız zaman, yazarçizerlerimizin son günlerde aktif bir biçimde yazdıkları eleştiriler elbette ki yaşanmakta olan antidemokratik uygulamaların nedenidir.

Bunu hazmedemeyen tepeden bakan jakoben unsurlar tehditvari bir biçimde özgür medyanın ve hür basının yaymak istediği düşüncelere pranga atmak istemektedir.

Resmi bildirilerle son günlerde basını susturmaya çalışan anlayış, maalesef Anayasa Mahkemesi'nin aldığı kararlardan daha fazlasıyla antidemokratiktir ve hukukdışılıktır.

Zira mademki Türkiye Cumhuriyeti devleti sosyal bir hukuk devleti anlayışıyla adım atıyorsa, milli demokrasiye ve milli iradeye inanıyorsa, herkesin yaptıklarını kontrol altına alması lazım ki medyanın keskin oklarına hedef olmasınlar.

Eğer, yapılan antidemokratik bir uygulama varsa, elbette ki gücünü milletinden, anayasasından ve yasalarından alan hür basının eleştirilerine de hazırlıklı olmaları lazım.

Basın her zaman antidemokratik yanlışlara ve mezalimlere karşı fikrini söyleyecektir ve kalemini oynatacaktır.

Bakınız Şamil Teyyar dünkü köşesine şöyle bir başlık atmış:

“Sincan'ın Yerini Anayasa Mahkemesi Aldı”

Devamla şöyle diyor:

“Çok olağanüstü bir süreçten geçiyoruz. Adını koymak gerekirse şu anda aslında fiilen ara rejim dönemini yaşıyoruz.

İstanbul Barosu'nun açıklamasında yer alan, ‘yargıya darbe değil, darbenin yargısı' ifadesinden hareketle, darbe hukukunun devreye girdiğini söylemek mümkündür.

AK Parti hakkındaki kapatma davasının Anayasa Mahkemesi'nce kabul edilmesinden ziyade anayasadaki açık hükme rağmen cumhurbaşkanına yargılama yolunun açılması, yürürlükteki mevcut anayasanın rafa kaldırıldığı ve darbe hukukunun yaşama geçirildiğinin en somut göstergesidir.

O nedenle, son sözümüzü baştan söyleyelim. AK Parti hakkındaki kapatma davası, sonucu önceden ilan edilmiş bir davadır. Hiç kimse bu mahkemeden farklı bir karar beklemesin. Yanılmayı çok isterim ama 22 Temmuz seçimlerinden önceki 367 kararından farklı bir karar olmaz.”

Deneyimli gazeteci yazar Necat Arseven dünkü köşesine şöyle bir başlık atmış:

“Anayasa Mahkemesi üyeliklerine çekidüzen”

Ve şöyle devam ediyor:

“Türkiye 11 üyeye mahkum edilemez. Bu 11 üyeye çoğu zaman benim gibi düşünen Sayın Haşim Kılıç ile Sayın Sacit Adalı da dahildir.

Öncelikle Anayasa Mahkemesi üyelerine bir çekidüzen vermek gerek.

Anayasa Mahkemesi üyelerinden en az yarısının TBMM tarafından seçilmesini sağlayalım. Buna Anayasa Mahkemesi de karşı çıkamaz.

Pardon eksik oldu.

Kendini inkar etmezse karşı çıkmaz.

Evet öyle!

Zira yüksek mahkemenin 2004 yılında verdiği bir teklif var. Orada üye seçiminde Meclis'in devre dışında kalmasına karşı çıkıyor.”

Elhak Sayın Arseven'in düşüncesine katılmamak elde değil. Biz de aynı onun gibi düşünüyoruz ve Türkiye'nin yegane kurtuluşu jakoben Cumhuriyet Halk Parti'nin dipçik devrinden kalan devletin bazı önemli kurum ve kuruluşlarına el atmak lazım…

Ve o baskıcı karanlık anlayışlardan devletin o kurumlarını kurtarmak lazım.

Bilindiği üzere İsmet Paşa kendi rejimini muhafaza altına almak için 27 Mayıs 1960 İhtilali'nden Anayasa Mahkemesini kurdurma direktifini vermiştir. Ve yasallaştırmıştır.

Kurt politikacı İsmet Paşa hiçbir zaman kendi inkarcı ideolojisinden başka ülkeye bir iğne ucu kadar yarar getirmemiştir ve daima kendi dediğini bu ülkeye hükümran kılmıştır.

Bize göre bu da çok büyük bir tehlikedir.

Evet! Necat Arseven şöyle devam ediyor:

“Evet…

O, 28 Şubat sürecinde ülkeyi geren Milli Güvenlik Kurulu'nun yapısı değişti ve bir rahatlama oldu.

Şimdi Anayasa Mahkemesi'nin de rahat bir yapıya kavuşturulması gerekiyor.

AK Parti böyle bir adım atmaz da…

Teklifimizle tarihe not düşmüş oluyoruz en azından!…”

Sevgili okurlar!

Bize göre artık Türkiye çağdaş, muasır medeniyet seviyesine ulaşabilmek için kendisine bir çekidüzen vermesi lazım. Devletin önemli bazı kurum ve kuruluşlarının iç donatılarını sağlam unsurlardan oluşturması gerekir.

Tek kelimeyle devlet artık bağırsaklarını temizleme cihetine gitmelidir. Aksi taktirde geleceğimiz hiç de iyi görünmüyor.

Berrak değildir ve zifiri karanlığa doğru her alanda gitmekten de kendimizi kurtaramıyoruz.

Hani demişler ya, ‘Görünen köy kılavuz istemez.'

En derin saygılarımla…