ZULME SEYİRCİ KALAMAYIZ! (IV)

Evet, değerli okurlarımız.

Buna rağmen 28 Şubat davası devam etti.

Yani 28 Şubatçıların MGK’nda aldıkları kararlar ve tutulan tutanaklar mahkemenin duruşmaya yetiştirmek suretiyle Genelkurmay’dan istediği halde mahkemeye gönderilmedi.

Her zaman tekrarlayarak, ifade ediyoruz.

Burası Türkiye.                   

Ülkesi belli ise de ilkesi belli değil.

Kimin eli kimin cebinde, kimler nereden nereye yürüyor?

Çoğulcu demokratik parlamenter sistemiyle iktidara gelen iktidarlar bir türlü muktedir olamıyorlar.

Zira yakın tarihimizin akışları içerisinde görünen odur ki hala da "devlet otoritesi" milli irade paralelinde değil, illaki "derin odaklara" takılmaktadır.

Ne idügü belirsiz olan derin devlet, maalesef hala da "askeri vesayetini" devletin önemli kurum ve kuruluşları üzerinde hegemonyasını sürdürmektedir.

Bu nedenle dünkü yazılı medyamızın tespitlerine göre yargı huzuruna, 2 Eylül 2013 Pazartesi günü 28 Şubat post modern BÇG’nun (Batı Çalışma Grubunun) sorgulaması yapılırken, istenilen kanıtlayıcı delil olarak bilinen MGK tutanakları mahkemenin istemine rağmen mahkemeye sunulmadı, sunulmadığı halde mahkeme davayı tutanaksız olarak devam ettirdi.

Anlaşılan odur ki bir vesayet var, bir dayatma var, bir zorbalık var.

Bu milletin milli iradesini hiçe sayanlar var hala da.

* * *

Dünkü Akit Gazetesinin manşetine büyük puntolarla taşıdığı işte “BÇG Şeması” başlıklı haber ve haberin altında Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere çizilen şema BÇG’nun nerelere yürüdüklerini ve nasıl ülkeye ve millete komplo hazırladığının bir göstergesidir.

“28 Şubat darbecilerinin merkez üssü gibi çalışan ancak varlığı cuntacılar tarafından inkar edilen BÇG’nun örgüt şemasına ulaşıldı.

Şemada BÇG karargahının komuta hareket merkezinde yer aldığı ve Karadayı’nın sorumluluğunda bulunduğu net olarak görünüyor”

Karadayı şimdi kıvırıyor.

Gâh yaşlılık zırhına sığınıyor, gâh hastalık zırhına sığınıyor ve bir türlü mahkeme karşısına çıkarılamıyor.

Ya bir de Jandarma Genel Komutanı, eski MİT Müsteşarı Teoman Koman gibi bir hainin, hastalık ve yaşlılık zırhı altında tahliye edilmesi, doğrusu şayan-ı dikkattir.

Kamuoyunun görüşü paralelinde talebi nedir acaba?

Deriz ki;

Kamuoyu tüm hal ve etrafıyla 16 seneden beri bu hain planların planlayıcılarına gerçekten diş biliyor.

Her an bekliyor ki bu BÇG’nun ihanet ve hıyanet şebekelerine ne zaman en ağır ceza verilir?

Pür dikkat herkes televizyonların başında bunu merakla bekliyor.

Aynı zamanda bunların paralelinde giden o günkü devletin kilit noktalarına kadar tırmanıp, kendi imkânlarıyla değil ideolojik birer maşa durumunda olan, o dönemin bazı brifingci hakim ve savcıların da aynı bu BÇG grubuyla beraber bugün yargının huzurunda olması lazımdı.

Yargıtay eski Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya gibiler, Sabih Kanadoğlu, Vural Savaş gibiler..

Ne var ki hala da elini-kolunu sallayarak dışarıda dolaşıyorlar.

Aslında hiç zaman kaybetmeden savcılar bunları da hemen tutuklama cihetine gitmelidir.

Zira bunlar çanak tutmuşlar.

Ergenekoncu generalleri olayların üzerine gitmek için tahrik etmişler, yalakalıktan tut ektikleri nifak tohumuna kadar, tümü birer ihanet şebekesi..

Ama yargı bir türlü bir şey yapmadı.

Bilemiyoruz acaba meslek taassubu mudur?

Yoksa suç açık ve net bellidir.

Milletin dayandığı ve inandığı yüce İslam dinine, hakaretler dolu yaftalar yakıştıran bu inkârcı hıyanet erbaplarıyla devlet bir türlü ilgilenmemekte.

Hele hele 28 Şubat döneminde yani 1998 ve 1999’lu yıllarda Diyarbakır Bölge DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nihat Çakar’ın yaptığı hıyanet aktifliği ayyuka çıkmıştı.

Bugünkü Başbakanı sahte ve yaftalı iddianamelerle cezalandırarak, cezaevine koyan dönemin Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nihat Çakar’dır.

Milli Selamet Partisinin İstanbul Belediye Başkanı iken Siirt’te yaptığı bir miting ve okuduğu bir şiir nedeniyle BÇG’nin bir generali hemen fişliyor ve DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nihat Çakar’a bildiriyor.

Nihat Çakar'da hemen hukuku, adaleti, demokrasiyi, mesleğini, kısacası hepsini arka plana atarak, kirli, yanlı, sol ideolojisine kapılıyor ve hakkında işlem yapıyor.

Keza dönemin Milli Selamet Partisi’nin Genel Başkanı Erbakan da aynı tarzda yapmış olduğu bir konuşmadan dolayı yine Nihat Çakar tarafından hakkında işlem yapıldı.

Milletvekili olduğu için cezaevine girmiyordu, ama hakkında ceza veriliyordu.

O dönemlerde BÇG (Batı Çalışma Grubu) darbeci post modern cuntası ile işbirliği yaparak, aynı yolda yürüyerek, kanunları hiçe sayarak, mesleği çiğneyerek, suç işleyen başta Nihat Çakar olmak üzere bu gibi şahsiyetler hala da devlet kademesinde görev yapmaktadır.

Bazıları da emekli olmuşlar ise de fakat Nihat Çakar 11 sene gibi uzun bir süre Kadıköy Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği görevini sürdürmüştür.

Ve geçen sene her nedense o görevden alınmış, sıradan bir savcı olarak Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na tenzil-i rütbeyle sürgün edilmişti.

Tüm bunlara rağmen halkın AK Parti iktidarından beklentileri bir türlü karşılanmıyor ve hayal kırıklığına uğratılıyor.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Biz ne dersek diyelim amma bu yalnız Türkiye’deki olup bitenlere münhasır değildir.

İşte İslam dünyasının hali pür melalini görüyoruz.

Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Mısır, Güney Afrika, Uzakdoğu’da olsun, bugün İslam dünyası küfrün ve işgalci emperyalizmin hegemonyası altında inim inim inlemektedir.

İslam hiçbir zaman bunu kabullenememiştir ve kabullenemiyor.

Peki ya ne?

İşte sebeb-i mucibesi ve en çarpıcı olay da şu.

İslam’ın imandan sonra gelen ve tüm ibadetlerin baş tacı durumunda olan Namaz gibi önemli bir ibadeti ihmal eden bir İslam dünyası artık böylesine mağlubiyeti içine sindirmek zorundadır.

Allah İslam dünyasına tarih boyunca devrisaadette olduğu gibi ne vermişse, eğer karşılığını Allah’a karşı kulluk görevini yerine getirip, İslam’ı hafifleştirmemişse onlar hep galip ve hükümran olmuşlardır.

İslam’ın en önemli ibadetlerinden olan namaz terkedilmiş ise, gençliğin beş vakit namazını cemaatle kılması gerekirken, bir rekât dahi namaz kılmaya zaman bulamayan İslam ümmeti Allah’tan daha neyi istiyor ve hangi zaferi bekliyor bilemiyorum.

Bana göre ters düşüyor.

Zira Cisri Trablusu “Hüseyn-ul Cisr” isimli Şam kökenli Osmanlının son devrinde yaşamış ve Hamidiye Risalesi isimli bir eser yazmıştır.

Arapça yazılan bu eserin 72. sayfasında aynen şöyle diyor;

Müslümanların ilk parlak asırlardaki toplumsal hayat akışlarını yaşayamadıkları için kendi elleriyle beklenen neticeleri kaybetmişlerdir.

Eski çağlardaki devrisaadetten tut Osmanlının son dönemlerine kadar, Asya’sıyla, Afrika’sıyla, birçok ülkeyi ve milletleri hidayete getirmişlerdir ve İslam’a bölük bölük girmelerini sağlamışlardır.

Mesela Allah’ın kopmaz ipine sımsıkı sarılan bir İslam dünyası Asya’sıyla, Afrika’sıyla hatta Avrupa’sıyla omuz omuza vererek birçok coğrafyada hükümran olmuşlardır.

Ne oluyor ki bugün artık o imkân o başarı, o kahramanlıklar bir türlü yakalanamıyor.

* * *

Evet, Hulafa-i Raşidin dönemlerinde yeryüzünün hâkimiyetini elinde tutan iki büyük devlet vardı.

Doğu’da ateşperest Sasani!..

İran İmparatorluğu’nun varlığıyla, Batı’da ise Doğu Roma İmparatorluğu’nun varlığı söz konusuydu.

Bu her iki devlet gerçekten yeryüzüne hükümrandı.

Hem Asya kıtasına, hem Afrika kıtasına, hem de Avrupa’ya.

Ama İslam nuru yeryüzüne yayıldığında, onlar daha fazlasıyla o nura dayanamadı, o nur onların her iki devletinin gözlerini kamaştırdı ve yeryüzünden silinip, toz olup gittiler.

Ama ne çare ki İslam’dan sırtını çeviren İslam ümmeti artık hangi beklentidedir ki bilemiyoruz.

Bir sefer İslam’ın ana hukukundan birisi namaz gibi önemli bir ibadeti raflara kaldırıp, gençliği ondan uzaklaştırmışsa bu artık ucuz faturayı kendi aralarında arayıp, bulmaları lazım.

Kabahat hâşâ Allah’ta da değil, yüce İslam dininde de değil.

Onu getiren Kur’anında da değil.

Bakınız, Resulullah Efendimiz (s.a.v)’ vefatından sonra gerçekleşen tarihi bir vakayı burada sizinle paylaşmak istiyorum.

Devlet otoritesini elinde tutan, hilafet makamına oturan Hz. Ebubekir-i Sıddık (r.a)..

Hz. Üsame’nin ordusu Şam’a gidip Şam diyarını fethetmeye giderken, Hz. Ebubekir-i Sıddık, Resulullah’ın şu vasiyetini onlara okutuyor.

Arapça orijinal lafzı şöyledir;

“LA TEHUNU VELA TAĞDURU VELA TAĞLU VELA TUMESSİLU VELA TAKTULU TIFLEN VELA ŞEYHEN KEBİREN VELA İMRE’ETEN VELA TE’KURU NAĞLEN VE TUHRİKU’U VE LA TEKTE’U ŞECERETEN MUSMİRETEN VELA TEZBEHU ŞATEN VELA BAKARETEN VELA BAİREN İLLA LİL EKLİ”

Evet, bakınız bu cümlelerin mana değerleri aynen şöyledir;

“Sakın siz Şam’a girerken o ahaliye hıyanetlik yapmayın.

Gadir mütecavizane saldırgan olmayın.

Aşırı derecede kimseye zulüm etmeyin.

Misilleme intikam almayın.

Çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyin.

Meyve ağaçlarını sakın kesmeyin, yakmayın.

Hayvanları telef etmeyin.

İlla ki ihtiyacınız doğrultusunda kesip yiyebilirsiniz.

O da sahiplerinin rızasıyla”

İşte İslam adaleti böyle yeryüzünü zenginleştirirken, Müslümanlar sırtını bu yüce ilkelerden çevirdiler.

Bu sefer tam tersine sıra onlara gelmiştir.

Gerçekten gülersek, neye güleceğiz?

Gülünecek bir hal yok.

Ağlarsak, nasıl ağlarız, acaba ağlamak bizi kurtarır mı?

En derin saygılarımızla.