VAROLUŞÇULUK 1

Acep ne ola bu varoluşçuluk mevzu…

Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm)

19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve 20. yüzyılda özellikle II. Dünya Savaşı sonrası etkili olmuş bir felsefi akımdır. Bu akım, bireyin varoluşunun özünden önce geldiğini, yani insanın önce var olup sonra kendini tanımladığını savunur. Varoluşçuluğun temelinde bireyin özgürlüğü, sorumluluğu, yalnızlığı, anlamsızlıkla yüzleşmesi ve kendini var etme çabası yer alır.

Varoluşçuluk Akımının Özellikleri

         •        Bireyin özgürlüğü: İnsan, kendi seçimleriyle kim olduğunu belirler. Özgürdür ve bu özgürlük büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirir.

         •        Sorumluluk: Birey, yaptığı seçimlerden tamamen sorumludur. Kendi hayatının mimarıdır.

         •        Anlamsızlık ve hiçlik: Evrenin ve hayatın nesnel bir anlamı yoktur; insan bu anlamsızlık karşısında kendi anlamını yaratmak zorundadır.

         •        Yabancılaşma: Birey, toplumdan, Tanrı’dan ve hatta kendinden bile yabancılaşabilir.

         •        Yalnızlık: İnsan, kararlarında ve varoluşunda yalnızdır. Ne başkaları ne de sistemler onun yerini tutabilir.

         •        Kaygı ve endişe: Özgürlük ve sorumluluk duygusu bireyde varoluşsal bir kaygıya yol açar.

         •        Öz ve varlık ayrımı: "Varoluş, özden önce gelir" ifadesi, varoluşçuluğun temel önermesidir. Yani insanlar doğuştan belli bir amaçla var olmaz; yaşadıkça kendilerini tanımlarlar.

 Jean-Paul Sartre – Bulantı’dan bir pasaj;

“Var olduğumu birdenbire kavradım… Her şey fazlaydı. Varlık bollaşmıştı.”
Bu satırlar, karakterin varlığının ağırlığını fark ettiği, dünyadaki “anlamsızlık” hissiyle yüzleştiği bir anda söylenir.

Edebiyatta Varoluşçuluk

Varoluşçuluk edebiyatta özellikle karakterlerin iç dünyalarına, ahlaki sorgulamalara ve anlamsızlık duygusuna odaklanır. Bu tür eserlerde genellikle yalnız bireyler, anlam arayışı, topluma yabancılaşma, ölüm, boşluk hissi gibi temalar işlenir.

Varoluşçu Yazarlar

Yabancı Varoluşçu Yazarlar:

         •        Jean-Paul Sartre: Felsefi yazıların yanı sıra oyun ve romanlarıyla varoluşçuluğu edebiyata taşımıştır (örneğin Bulantı, Duvar).

         •        Albert Camus: Yabancı, Veba, Düşüş gibi eserlerinde anlamsızlık ve başkaldırı temalarını işler. Her ne kadar kendisi "varoluşçu" etiketiyle anılmak istemese de düşüncesi bu akımla yakındır.

         •        Franz Kafka: Dava, Dönüşüm gibi eserlerinde bireyin bürokrasiye ve sisteme karşı çaresizliği, varoluşsal yabancılaşma işlenir.

         •        Fyodor Dostoyevski: Suç ve Ceza, Yeraltından Notlar gibi eserlerinde insanın ahlaki ikilemleri ve içsel sorguları yer alır. Varoluşçuluğun öncüllerindendir.

         •        Simone de Beauvoir: Hem felsefi hem edebi metinleriyle kadınların varoluşsal sorunlarına dikkat çeker.

 Oğuz Atay – Tutunamayanlar’dan bir pasaj

“Hayatla alay edebilmek için, hayatı ciddiye almak gerekir.”

İslam ve Tasavvufta Varoluşçu Yazar ve Düşünürler

1. Mevlânâ Celaleddin Rumi (1207–1273)

“Bir ben vardır bende, benden içeri.”
Mevlânâ’nın eserlerinde bireyin iç dünyasına yaptığı yolculuk, modern varoluşçuların “kendini bulma” arayışına çok benzer. Benlik, hiçlik, aşk ve ölüm temaları tasavvufi bir çerçevede, çok derin felsefi bir dille işlenir. Örneğin Mesnevi’de, insanın içindeki boşluğu Tanrı ile doldurma arzusu, Camus’un anlamsızlık karşısındaki başkaldırısına ruhani bir cevap gibidir.

 

2. Hallâc-ı Mansûr (858–922)

“Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım)
Bu söz, sadece tasavvuf değil, bireyin Tanrı’yla özdeşleşmesi anlamında varoluşsal bir kopuşu da ifade eder. Bu ifade, bireyin "kendi özüne", yani ilahi kökene ulaşmasıdır. Modern anlamda bireyin özgürlüğünü ve kendi benliğini tanımasını simgeler. Hallâc bu sözüyle yalnız kalmış, toplumsal otoriteye başkaldırmış ve bedelini hayatıyla ödemiştir — tıpkı modern varoluşçularda olduğu gibi.

3. İbn Arabî (1165–1240)

“Kendini bilmeyen, Rabbini bilemez.”
Varoluşçuluğun “öz-bilgi” arayışı burada tasavvufi boyutta kendini gösterir. İbn Arabî’nin "vahdet-i vücud" (varlığın birliği) öğretisi, bireyin evrendeki yerini anlamaya çalışmasıyla ilgilidir. Anlam, bireyin Tanrı’yla olan bağını idrak etmesinde yatar. Bu da bireyin kendi varlığını sorgulamasıyla başlar.

Yazı dizimiz önümüzdeki Çarşamba devam edecektir.