“KUR'ÂN'IN SÖNMEZ VE SÖNDÜRÜLMEZ MÂNEVÎ BİR GÜNEŞ HÜKMÜNDE OLDUĞUNU, BEN DÜNYAYA İSPAT EDECEĞİM”!

Evet, sevgili okurlar.

Dünkü sohbet köşemizde de ifade etmeye çalıştığım tarihi gerçeklerin doğrultusunda hakikatten Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Belarus’ta kendi imkânlarıyla yapmış olduğu bir Camiinin açılışına katılmış olması, hem de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’le beraber olması.

Hiç kuşkusuz ki…

Bu olayın açılımı bizi 107 sene evvel Bediüzzaman Saidi Nursi Hazretlerinin bir Rus polisiyle yaptığı muhavereye götürüyor..

Üstad İstanbul’dan Van’a gitmek üzere bugünkü deyimle Beyaz Rusya’nın coğrafyasında bulunurken, bir Rus polisi ile yaptığı muhaverede (konuşmada) kendisine soruluyor; dalmış, tepeye bakıyorsunuz..

Beddiüzzaman da cevap veriyor..

Ben; “Medresemin planını yapıyorum” diyiyor..

İşte böylesi manevi bir âlemde bugünkü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da, orada kendi imkanlarıyla Cami inşaa etmesi ve açılışını bizat-i kendisi yapması; mana âlemindeki bir bağın pekiştirilmesi anlamanı taşımaktadır..

Böyle görmek gerekir…

Dünkü sohbetimizde bunu ifade etmiştik.

Bugünkü yazımız ise yine o paralelde devam etmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri o esnada Batum üzerinden Van’a geçerken, Van’daki karargahında yapmış olduğu, Van’daki hayat biçimi elbetteki tedrisat ve ilim yayma hususuydu. 

Eski Osmanlı Medresesi usulüyle o dönemdeki Kürdistan halkının dilinden “Seyda” dedikleri Bediüzzaman’ın büyük bir İslam âllamesi unvanını taşırken, Van Valisi merhum Tahir Paşa kendisini hep makamına çağırırak, istişarede bulunuyordu..

Derin İslami tartışma ve meseleleri görüşüyorlardı..

Merhum Paşa 65 yaşındayken Bediüzzaman Hazretleri 25 yaşındaydı.

Her sabah Tahir Paşa kendisine gelen o dönemin matbuat denilen gazetelerini okuyor ve çok önemli haberleri de Bediüzzaman’a da bildiriyor, üzerinde mülahazada bulunuyordu..

Bir gün bir gazetede şöyle bir haber okuyor, hem de baş döndürücü bir haber.

Bu haberin oluşması şöyledir; 

“İngiliz Meclis-i Meb'usanında Müstemlekât Nâzırı (Sömürgeler Bakanı) Gladstone elinde Kur'ân-ı Kerîmi göstererek söylediği bir nutukta,

"Bu Kur'ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız.

Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ân'ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'ân'dan soğutmalıyız.." 

Böylesi bir hitabede bulunmuş.

İşte bu müthiş haberin muhtevası Beddizzaman'da târifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. 

İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letâifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi harika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman'ın, bu havadis üzerine "Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim" diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır.”


***



Evet, sevgili okurlar.

Bakınız, nereden nereye geldik?

Bediüzzaman Hazretleri, hem Allah’a karşı, hem Tahir Paşa’ya karşı ve hem de tüm İslam ümmetine haykırarak taahhüt ediyor.

Hangi taahhüt?

Yani Kur’an-ı Kerim’in yüce manasını yüceliklerde tutarak, bütün beşeriyete ilan etme taahhüdüydü.

Ve gerçekten o taahhüt yüzyıl sonra da olsa gerçekleşti.

Bugün Risale-i Nur 45 dile çevrilmiş ve 45 ülkede, hatta Portekiz’de ve Endonezya’da Üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmakta….

Ama ne yazık ki Türkiye Atatürkçü bir düzenin, bir sistemin Atatürkçü geçinen CHP’nin madrabazlığıyla “İnkılap ve Devrim” gazeteleri bahanesiyle yıllar yılı mahkum etmeye çalışmışlar; pranga vurulmuştur.

Lakin halk, o büyük Üstadı bağrına basmış, hayranlık göstermiş, nice silsileler Risaleleri okumuştur ve okumaya devam ediyor.

Hiç kuşkusuz ki bugün; “Ben Müslüman olduğum kadar, ben şeriatçıyım” diyen bir Cumhurbaşkanımız var.

Durum böyle iken aklımıza gelen yine Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin Nesl-i Âtiye (Gelecek Nesle) hitap edişi geliyor.. 

"Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yûsuflar, Ahmedler, vesaireler!.. 

Sizlere hitap ediyorum. 

Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" (Doğru söylüyorsunuz) deyiniz. 

Ve böyle demek sizlere borç olsun. 

Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. 

Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. 

Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. 

Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. 

Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: 

Mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız”



* * *



İşte o büyük Üstadın “muciznüma” yani mucizevari tarihi ifadeleri yüzyıl sonra da olsa toplum, günümüzdeki gençlik, hatta rejimin bünyesinde artık yaşayan devlet yönetimi dahi gerçekleri görmeye başlamış ve Allahû Teâlâ böyle şuurlu, imanlı siyaset adamlarını bugün devletin başına getirmeyi nasip eylemiştir.

Ne kadar şükredersek azdır.

Yine bu paralelde, bilindiği gibi o günlerdeki Üstadın uyarıcı ifadeleri adeta kulağımızı çınlatıyor ve yıllardan beri başımıza gelmiş geçmiş olaylar karşısında bizi uyarıyor ve diyor ki; 

“Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim! 

Beş yüz senedir yattığınız yeter!

Artık uyanınız, sabahtır. 

Yoksa Kur’an-ı Kerim’in güneşinden gözlerinizi kapatmakla gaflet sahrasında yatmakla, vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.

Ey asırlardan beri Kur’anın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes bir mevki-i muallayı ihraz etmiş olan ecdadın evlat ve torunları!

Uyanınız.

Âlem-i İslam’ın fecr-i sadıkında, gaflette bulunmak kat’iyyen akıl karı değildir.

Yine Âlem-i İslam’ın intibahında rehber olmak, arkadaş kardeş olmak için, Kur’anın ve imanın nuruyla nurlandırın.

İslamiyet’in terbiyesiyle tekammül edip, hakiki medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i islamiyeye sarılmak ve onun hal ve harekatında kendine rehber eylemek lazımdır”



***



Evet, sevgili okurlar.

Gerçekten artık öyle bir sürece girdik ki her şey tüm berraklığıyla gün yüzüne çıkmış durumda. 

İçten ve dıştan, dost-düşman her gün biraz daha kendini deşifre etmektedir.

Yani dostumuz kimdir, düşmanımız kimdir bellidir?

Ki artık; gün gibi âşikar!

Bakın yıllardan beri içimizdeki terör mihraklarını körükleyen ve tüm maddi manevi güçleriyle terör odaklarının yanında yer alan Batı dünyası, sözüm ona Avrupa Birliği, nasıl PKK terör örgütünü bugün kışkırtıyorsa ve tutuklanan milletvekillerine şefatçi oluyorsa…

Dün de DHKP-C’ye aynı güç, aynı karanlık odaklar, yine batı dünyasının ortasından yönetiliyordu.

Ama şimdiye kadar gelen giden sistemin iktidarları olsun, muhalefetleri olsun, yasama erki, bu tür batı dünyasından ithal edilen terörün karanlık odaklarına karşı sus pustu.

Ya bilmiyorlardı veyahut da görmezlikten geliyorlardı.

Ama bugün 15 yıldan beri özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı makamına geldiğinden bu yana artık gerçekler tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Dost kimdir, düşman kimdir, kendini ele verdi.

Hem de Erdoğan’ın eliyle yakalandılar.

İşte A’dan Z’ye kadar söylediklerimizin temel amacı bu gerçeklerdir.

En derin saygı ve sevgilerimle.