ARTIK YETER, TÜRKİYE BUNU KALDIRAMAZ!? (V)


Evet, sevgili okurlar.

“Artık yeter, Türkiye bunu kaldıramaz” başlıklı yazı serimizin beşinci günündeyiz.

Bu başlık altında yazdığımız yazılar, tüm okurlarımızın nazar-ı dikkatini çekmiş ve benimsenmiştir.

Gerek telefonla ve gerek e-mailler ile birçok okurumuz beğendiklerine dair selam ve teşekkürlerini bize iletiyorlar…

Elbette ki bu da bizleri mutlu ettiği gibi, teşvik de ediyor.

Bir önceki sohbetlerimiz, internet sitemizden 20 bini aşkın okur tarafından tıklanmıştır.

Tabii ki her zaman burada açıklamaya çalıştığımız gibi bugün yine aynı şekilde siz değerli okurlarımızla paylaşmak istediğimiz gerçek, toplumların geleceklerini garantiye bağlayıp temin etme şansını elde etmek için önce geçmişe yönelik tarihi derinliklerine bakmaları gerekir.

Ve iyi insan karakterinin yücelmesi ne ile sağlanmıştır ve insanlığın üstün seviyeden en alçak seviyesine düşürülmesinin nedenlerini de yine gerçek tarihin derin sayfalarından okumak gerek.

Bu münasebetle diyoruz ki gerçekten insanlar yüce ahlakla donatılarak yaratılmış olma hasebiyle tarih boyu yeryüzünün yöneticiliği ona nasip olmuştur.

Ve tüm kâinat içerisindeki varlıkların en üst seviyesinde olan bir canlıdır.

Bu nedenledir ki yüce Allah, tüm canlı cansız varlıkları hep halife-i ru-i (yer yüzünü) zemin olan insanın hizmetine layık kılmıştır.

Ama o insanlığın yüce derecesinden ve fıtrat kanununa aykırı olarak da kendini o liyakattan alçalışa doğru düşürürse, o Cenab-ı Allah’ın yüce iltifatlarının hiçbirine layık olmamakla beraber illa ki “Ahsen-i Takvim” değil “En iyi yaradılış” şekli üzerine değil “Efsel-i Safilin” “Ahbes-ul Mahlukat” yani yaratılmışların en habisi ve en rezili olarak tavsif edilmiş ve tarihin gerçek sayfalarına kaydedilmiştir.

Zira “Eşref-ul Mahlukat” yani yaratılmışların en şereflisi olarak ilahi kanun denilen fıtrat kanunu paralelinde kendini yetiştirip yönetirse, o zaman yararlı ve şerefli bir varlık olur ki bu nedenle Allahû Teâlâ her şeyin üstünde kılmıştır, melaikeleri dahi onun hizmetine sunmuştur.

Ama yukarıda ifade etmeye çalıştığım insanlığın o gerçek karakterinden kendini soyutlayıp, hayvani alçalışlara layık görürse, o zaman şu ayeti kerimenin yüce mealinin gerçeğinden kendini kurtaramaz.

Araf Suresinin 179. ayeti şöyle diyor;

“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir”

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Yüce kitabımızın böylesine tavsif etmiş olduğu insanlara ne derece insan diyebilirsiniz ki?

Şeklen, fiziksel olarak insan iskeleti ise de ruhen, vicdanen, fıtraten, hiç de insanlığın kenarından bile geçmezler.

Onun için yüce kitabımız "her ne kadar kalpleri varsa da idrak etmezler, gözleri varsa da görmezler, kulakları varsa da duymazlar, bunlar hayvanlar gibidir, hatta hayvandan daha aşağıdırlar." diyor.

Neden mi?

Zira Allah’ı tanımadıkları için.

İnsan fıtratıyla ters düştükleri için.

İnanması gereken kitaba inanmadıkları için, Allah’ın gazabına ve azabına hem bu dünyada hem öbür dünyada maruz kalırlar.

Neden mi sorusuna cevaben diyoruz ki;

İnsanların kanına acımayan, vahşet ve dalalet vadilerinde yürüyen, Afrika ormanlarındaki güçlü hayvanların, güçsüz hayvanlara yapmış olduğu zulümden dolayı artık o canavarlar gibi olmaktan dahi aşağı düşer ve daha beterin beterine layık olur.

Tek kelimeyle canavarlaşan bir insan karekteri.

Böylesi karekteri taşıyanlar, bir yerlere gelmek için geçici bir dünya makamını ve mevkiini elde etmek için başka insanlardan üstün olabilmek için, her şeyi mubah kılarlar.

Kendi çıkarlarını başkasının zararında görürler…

Onun içindir ki ister sosyal ve toplumsal günlük hayat akışlarından olsun veyahut bilimsel karektere layık olma çabasında olsun, hangi platformda olursa olsun…

İnsanların kerametine, rıfatına (yüceliğine) layık olabilme şansını yakalayamadıkları için, bayağılaşmış bir insanlık sıfatını taşımaya layık olurlar.

Zira Allah’ın yaratmış olduğu tüm varlıkların üstünde olması gerekirken, tam tersine bir karekterle insanları kendine kul, köle ve bir sömürü malzemesi olarak görenler, münafıklık, riyakârlık, edepsizlik, onların ruhlarına yerleşir ve kurtuluşu her daim insanların kanında  ve aldatmada görürler.

İnsanların kanını kendilerine mubah kılarlar.

Tıpkı bugünkü İslam dünyasında, özellikle günümüzde Türkiye’mizdeki görünen manzaralar gibi.

Riyakarlık, nifak, edepsizlik, rant, menfaat, her şeyin üstünde.

Kirli mal, haram kazanç elde etmek için maddi ve manevi hırsızlıklar, gasp, aldatma, kandırma, haram malın yenmesi ve israf.

Hele hele bir de görünümde kendilerine akademisyenlik vasfını verip de diplomalı cahiller bir toplumda çoğalınca o toplum daha da beterin beterine layık olmaktan kendini kurtaramaz.

Çünkü bu tür insanlar gerçek manada insanlık tarihini okuyamadıkları için, kötülük ve iyilikleri birbirinden ayırt edemezler…

Menfaat, rant ön planda olup, bu paralelde makam, mevki ve gelecek temini için her şeylerini feda ediyorlar.

Başta vicdan ve insanlık karakterini ayaklar altına alarak yalakalık, iftira ve yalanlarla hayatlarını donatırlar.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Bildiğiniz gibi imansızlık eşittir küfür.

Küfür eşittir zulüm.

Zulüm eşittir karanlık.

Tüm bu vasıflar bir toplumun içinde oluşturulmak istendiği zaman ne kadar haram ve kirli işler varsa, bunlar yasaların gözetimi altına alınır, adeta devletin ve rejimin teminatı altına girer.

Meşruiyet verilir.

Diğer taraftan ise meşru olup da fıtrat kanununa uygun olan her şey ters teper ve toplumun yaşam şeklini onunla değiştirir.

Dünkü sohbetimizde de ifade etmeye çalıştığım gibi…

Evet, yüz yıldan beri yüzde 99’u Müslüman olan bu toplum; dininden, Kur’anından, kıblesinden, inancından uzaklaştırılma çabasıyla adeta sosyal hayat biçimlendirilmesi ters yüz edilmiştir.

Kirli bir Milli Eğitim sistemiyle; Kemalizm’in, Bolşevizm’in, komünizmin, faşizmin yani ne kadar kirli zaviyeleri varsa hep o zaviyeler içerisinde kıvrana kıvrana yaşana gelmiş ise de netice itibariyle toplum; yüz sene sonra da olsa, elli sene sonra da olsa ansızın kendini bir buhran ve terör bunalımı içerisinde bulur..

Tıpkı içinde bulunduğumuz şartlar gibi..

7’den 70’e kadar gözünü açmış, karşısında ona lazım olan her şey yasaklanmış, lazım olmayan, kirli olan ne varsa dayatma yollarla icra edilmiştir.

Örnek getirmiştim.

Bir zamanlar İttihat Terakki Cemiyetinin uzantısı durumunda olan CHP, bu ülkede Köy Enstitüsü adı altında bir eğitim sistemi uygulamaya sokmuştu.

Bu eğitim sistemi tamamen "Allahsızlık" üzerine kurguluydu…

Kemalizm vardı, ataizm vardı, laisizm vardı, komünizm vardı, Bolşevizm vardı.

Ve tüm bu kirlenme noktaları ne yazık ki rejimin himayesi altındaydı.

Bu enstitülerin içindeki ders programları sadece toplumu dinden uzaklaştırma, gençliği imansızlaştırma ve aileden uzaklaştırma edepsizliği vardı ki yatılı okullarda erkekli-kızlı hep beraber aynı koğuşlarda, aynı yataklarda yatırılıyordu…

Sanki, Müslüman bir ülkenin çocukları değil de hayvan sürüsü gibi bir yaşam biçimi verilmişti.

Ve bu paralelde o okulların tuvalet ve kanalizasyonlarında hep ceninler bulunuyordu.

Bu, yıllar öncesinde basına yansıtılmış ve Türk basını bunu kıyıdan, kamuoyuyla paylaşmak isteyenler olmuşsa da hemen karşılarında Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesini görmüşlerdi?

Kamuoyunu susturmak için ve CHP’nin dikta baskısına maruz bırakmak için böyle insanlık dışı mezalimlerle dolu ucube yasaları çıkarmışlardı. Bu da Kemalizm’in apayrı bir demokratikleşmesinin skandalı olmuştu.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Biz ne kadar yazarsak yazalım.

Hiç unutmayalım ki sistem, rejim ve rejimin uygulayıcıları hep demokrasi adına zulüm etmişler ve insanları böylesine ucube yasalarla korkutmuşlar ve sindirmişlerdir.

Gelen giden iktidarlar ne yazık ki muhafazakâr gözükmüşlerse de illa ki içlerinde ajan ve münafık dönme devşirmeler kendilerine yer bulmuşlardır.

Tıpkı Ak Parti’nin içinde olduğu gibi.

Net ve doğru konuşan inançlı bir Cumhurbaşkanımız var.

O zaten 14 seneden beri Ak Parti’nin kuruculuğunu ve liderliğini yapmış biri.

Bir de Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu var.

Bakanlar Kurulu da var.

Ama ne yazık ki Bakanlar Kurulu içinde bazı ısmarlama ve hatıra binaen koltuğa oturturulmuşlar var…

Bize göre bazı isimlerin varlığını hala da kabine içerisinde sürdürmesi çok yanlış…

Hata üstüne hata yapıyorlar.

Genelleme olmasa da çoğunlukla PKK terörü ile mücadelelerinde hatalar çoktur.

Bu hataların çoğu İçişleri Bakanlığı bünyesinde var ola gelmiş ve hala da bugün mevcuttur.

Kamuoyu bunu çok iyi biliyor.

Bir de Başbakan Yardımcılığı koltuğuna oturmuş Yalçın Akdoğan’ın her konuşmasında illa ki fire vermemesi mümkün değildir.

Yapılan her konuşması kesinlikle izleyicileri rahatsız etmese bile memnun da etmiyor.

Yani hiçbir konuşması ikna edici ve iç açıcı değil.

Hele hele bu tarihi Dolmabahçe mutabakatına mutabakat değil, apayrı bir skandal diyebiliriz.

Sayın Başbakan Yardımcısı Akdoğan’ın şayan-ı dikkat olan bir hususu daha var ki hiçbir zaman Bölücü Terör Örgütü PKK'ya "terör kavramını" kullanmıyor..

İlla ki örgüt, örgüt, örgüt deyip durmaktadır.

Doğrusu bu da biraz düşündürücü olmaz mı acaba diye sormak gerekmez mi?

En derin saygı ve sevgilerimle.