BASKICI BİR HEGEMONYANIN KÖLELİĞİ!? (II)

Evet, sevgili okurlar.

Cuma günkü ve dünkü sohbet köşemizde ifade ettiğimiz gibi, yüzyıllık geçmişimize rağmen hala güncelliğini koruyan kalıntılarına ve devam eden olaylarına değiniyoruz.

Gerçekten ülkemizin, halkımızın, özellikle coğrafyamızın, yıllardan beri karşı karşıya kalmış olduğu badirelerin varlığı, sıkıntılar ve çelişkili politikaların yarattığı tahribat aşikârdır.

Tabiri caizse, bir türlü dikiş tutturamayan bu düzen, yürürlükte olan anayasaya dayalı bir rejim, nerdeyse artık “çağdaşlığımıza” cevap veremeyecek kadar köhneleşmiş, kokuşmuş ve bayatlamıştır…

Sadece maceracılıktan ibaret olan bir sistem olarak varlığını sürdürmeye çalışıyor.

Nitekim birçok yönüyle kendini gösteren bir gerçek var.

O da önemli kamu kurum ve kuruluşlardaki uygulamalar…

Başta yargı olmak üzere, ilim ve irfan yuvası durumunda olan üniversitelerimiz olmak üzere…

Öyle ki, sabah verilen kararlar, uygulanan bürokrasi, akşam vakti başka şekle dönüştürülüyor.

Bundan dolayı antidemokratik, insan temel hak ve özgürlüğüne uygun düşmeyen hukuk dışı uygulamalar, ne yazık ki başını almış gidiyor.

Siyaset, nerdeyse ideolojileşiyor.

Kanunlara, hakka ve hakkaniyete dayalı uygulamalar, hep eksiye düşürüyor.

Halk, bundan çok tedirgindir.

Nitekim dün de belirttiğimiz gibi…

Bugünkü Türkiye’nin içinde bulunduğu hal, inanın adeta yüz yıl önceki Osmanlının son günlerini yaşıyoruz.

Başta siyaset dünyası olmak üzere, birçok kamu kurum ve kuruluşlarının bünyesine yıllardan beri sızdırılmış, ne idüğü belirsiz, bir türlü gerçek kimliğini gösteremeyen, nice siyasi münafıklar olmakla beraber…

Rantiyeci, kişisel çıkarlarını ön planda tutan siyaset münafıklarının varlığını da kimse inkâr edemez.

Keza bürokraside de öyle…

Keza medyada da öyle…

Serbest ekonomide de öyle.

Yani deveye sormuşlar;

“Niye boynun eğridir”

Deve de demiş ki;

“Benim nerem doğru ki?”

Aynı sloganla yola çıkarsak, içinde bulunduğumuz düzen, sistem, mevcut anayasaya bağlı bir rejimin varlığı, bir türlü topluma "sıhat" veremiyor.

Bundandır ki bir türlü iki yakasını bir araya getiremeyen toplum, nerdeyse bunalım geçiriyor.

Ekonomik sıkıntıdan tut, terör baskılarına kadar…

Hele hele iktidarın “Ak” dediği her şeye “Kara” diyen bir muhalefet zorbalığı var ki akıllara durgunluk veriyor.

Ülke menfaati, çıkarı uğruna değil.

“İktidar koltuğunu nasıl işgal ederim” düşüncesiyle hareket eden ana muhalefet partisi, bir de onun yan kuruluşu durumunda olan HDP, yıllardan beri terör odaklarının dayanak noktası durumunda olan yıkılmaz duvarlar gibi olmuştur.

Zaten bu hususta kendilerinin itirafları da vardır.

Sağduyulu, inançlı bir halkın oylarıyla iktidara gelen partiler ne yaptılar?

Başta AK Parti dahil olmak üzere, bütün iyi niyetli çabalarına rağmen, muhalefetten ve yasalardan gelen engelli tıkanıklıklar bir türlü geçit vermedi.

Ve ancak “İdare-i maslahatçılıkla” gününü gün eden siyasetle, devlet yönetile gelmiştir.

14 yıldan beri gerek Başbakanlığı, gerek iki senelik bir Cumhurbaşkanlığı dönemi olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın çabalarına rağmen, ülke ancak bu seviyeye gelebilmiştir.

Son olarak da Erdoğan, artık çoğulcu parlamenter sistemiyle değil, “Başkanlık” sistemiyle “Referandum”la ülkeyi sağlam bir zemine oturtturmayı düşünerek kurtuluş çaresi arayışı içerisine girmiştir.

Ki inşallah bu engel de aşılacaktır…

Her şeye rağmen, gelen giden devlet adamları ve iktidarların hiçbirisi, Erdoğan kadar iyi niyet besleyememişlerdir.

Bu itibarla halk kendisine güveniyor.

Öyle inanıyor ve öyle güveniyoruz ki Referandum’da oyların yüzde 50’lerde değil yüzde 60’larda seyredeceğine kesin gözle bakılıyor.

Dün de ifade etmeye çalıştığımız gibi…

Halk, artık bunu çok iyi idrak etmelidir.

Eğer “Referandum” başarıyla sonuçlanmazsa, yani sandıkta oylar yüzde 50’nin üstünde çıkmazsa, bu tehlikeli muhalefet ve hele hele buna dayalı gizlenmiş terör odakları, başta FETÖ, DHKP-C, PKK ve DEAŞ olmak üzere ülkemizi acımasızca rahatsız edebilmeleri kaçınılmazdır.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Fazla başınızı ağrıtmayalım.

Kâinat, yani evrendeki insan akışı içerisinde yapılan değişimler, tarih boyunca bunu göstermiştir ki bir toplum özellikle İslam dünyası, özellikle yüce İslam dinine intisap etmiş bir ümmetin her zaman, her devirde ve her zeminde cemaatleşmek zorunda olduğu bilinmelidir.

İnanan bir ümmet, cemaatleşme unsuru olan dayanışma noktasına girmezse, inandığımız yüce Kur’an-ı Kerim’in direktif ve mesajları paralelinde yola çıkıp, oraya kendini dayandırmazsa, çözülmeye, yok olmaya ve dağılmaya mahkûmdur.

Hangi hükümet, hangi iktidar olursa olsun, nerden gelirse gelsin…

Yegâne kurtuluş çaresi;

Birlikteliktedir, ittihattadır, cemaatleşmededir.

İşte onun içindir ki inandığımız ve bağlı bulunduğumuz yüce Kur’an-ı Kerim’in “Âli İmrân” suresinin 103. ayeti, özellikle her asırda olduğu gibi bu asrımızda da, yani 21. yüzyılda da bize aynı mesajını iletiyor.

O ayet-i celilenin ilk bölümü bize diyor ki;

“Yekvücut olarak, toplumsal bir güç olarak Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölünmeyin, parçalanmayın”

Üstat Bediüzzaman Hazretleri de bu ayetin manası paralelinde bize şöyle diyor;

“Asrımız, cemaat asrıdır.

Toplumsal manevi güç, ümmetin şahsiyet-i maneviyesindedir.

Bu şahsiyet-i maneviye, cemaatleşmenin ruhudur.

İnanan bir toplumun birbiriyle kavga yapması, birbirinin ayağını kaydırması, canından daha kıymetli olan din kardeşini düşmanlara yedirmesi, akıl karı olmadığı gibi bize göre bu yanlış anlayış, İslamiyet’in kıyısından kenarından da geçmiyor.

Özellikle cemaatleşmenin gücünü elde edebilmenin çaresi de;

Şeair-i İslamiye olan Kur’an hakikatlerinden ayrılmamaktır, gençliği Kur’anla tanıştırmaktır, barıştırmaktır.

Kur’anla barışmayan bir toplum, hiçbir zaman geleceğini elde edemez.

Birlikteliğini de koruyamaz”

* * *

Bu itibarladır ki bakınız, sevgili okurlar.

Yazımızın başında da değindiğimiz ana nokta;

Bu sistem, bu düzen ve bu anayasaya bağlı olan rejimin “baskıcı hegemonyası” İslam yönetimini nerdeyse Haçlı ve Siyonist emperyalizminin kölesi durumuna sokmuştur.

İslam’dan uzaklaştırmaya çalışmak, mutlak bir cehaletten başka hiçbir şey değildir.

Düşünün; Cumhuriyetin kuruluş günlerinden başlamak üzere İslam gerçekleriyle oynanmış, hatta ibadetlerimizi, ezan ve kametlerimizi orijinal metninden çıkarıp Türkçeleştirilmeye çalışılmıştır.

Oysaki yüce İslam dini tüm orijinalliğiyle beraber bir hayat yoludur, bir hayat mecrasıdır.

Gerek ekonomiksel olsun, gerek toplumsal olsun, gerekse de siyasi alanda olsun…

Pek tabi ki, kültürel, talim ve terbiye alanlarında olsun…

Müslümanlar birbiriyle kenetlenerek cemaatleştikleri takdirde, İslam’ın ana ruhunu yaşatmış olacaklar ki hiçbir kirli amaç, karanlık siyaset, dışa bağımlı ne idüğü belirsiz gizli masonik locaların taşeronları, bu cemaatin zincirini kıramazlar.

İçine nüfuz edemezler.

Gün gittikçe güçlenecekler, kuvvet alacaklar ve birbiriyle kenetlenmek zorunda olduklarını hissedecekler.

Aksi takdirde, İslam dünyasını bugün gösterildiği gibi, küfür dünyasına karşı nerdeyse kukla durumuna düşürecekler,

Adeta futbol topu gibi birer oyun haline gelecek, rastgele herkes ayağını vuracak, onu birine, diğerini öbürüne havale edecek.

Hele hele hedeflerine ulaşmak için, küfür dünyası rakipleriyle mücadele verebilmek için taraflı hakem kullanarak ikide bir kırmızı kart bunlara gösterirse ki bugüne kadar gösteriyordu ve göstermeye de devam etmiş olması bunu gösteriyor.

Peki, nasıl oynayacak ve rakibini nasıl yenecek?

Bugünkü ABD’nin Devlet Başkanı Trump’ın 7 İslam ülke insanını Amerika’ya sokmama kararını alması, artık bir ibret-i âlemdir.

Hiç hayra alamet değildir…

Ve buna da hiçbir cevap bulamıyoruz.

En derin saygı ve sevgilerimle.