CUMHURİYET MİLLİ OLMAK KAYDIYLA FAZİLETTİR!? (II)

Sevgili okurlar.

Yazı sohbetimize girmeden önce...

Dün El Bab bölgesinde meydana gelen üzücü hadisede 5 Mehmetçimiğizin şehit edilmiş olması bizi derinden üzmüştür…

Şehitlerimiz için Allah'tan rahmet, aileleri için de, sabr-ı cemil diliyorum…

Tüm milletimizin başı sağolsun…

***

Evet sevgili okurlar…

Bu köşede uzun yıllardan beri memleketimizin en önemli meselelerini kaleme alarak sizinle sohbetlerimize fütursuz olarak, kesintisiz devam etmiş durumdayız.

Allah'ın izniyle…

Bundan sonra da daha fazlasıyla devam edebileceğimize inanıyoruz...

Gerçekten, ülke insanımız yıllardan beri İslam’ın ana çizgilerinden saptırılmış bir durumda.

İnanan bir İslam ümmetinin fertleri, aileleri, tüm toplumsal hayat akışları Kur’an ve Sünnet-i Seniyyenin ana çizgilerinden saptırılmaya çalışılmış ki bu da kasıtlı olarak yapıla gelmiştir…

Ki dış kökenli bir siyasetin ana hedeflerinden birisidir.

Maksat; toplumun dininin gerçek meselelerini öğrenmemesi ve İslam’ın bize tarih boyu öğretmek istediği ahlaki değerlerden yoksun bırakmak, yozlaştırılmış bir toplum haline getirmek ve özellikle yeni yetişen bir nesli, hükmen ve manen ahlakın "teslim" almaktır…

Ve o topluma, yararlı bir gençlik değil, zararlı saldırgan bir gençliği mahkum ettirmektir..

Bu da içimizdeki satılmış, adeta İttihat Terakki Partisinin uzantısı haline gelmiş ve sistem olarak CHP’nin hegemonyası altında süregelmiş bir hıyanet girişimidir, kirli bir teşebbüstür, kasıtlı bir harekettir.

Adını ne koyarlarsa koysunlar, “hali âlem ortada” örneğiyle yola çıkarsak…

Tüm olup bitenler, bütün çıplaklığıyla zaten kendini ele veriyor.

Buna ister Kemalizm de, ister Laiklik de, ister Sekülarizm de, çağdaşlık de, modernizm de, her ne dersen de…

Hepsi ama hepsi içi boşaltılmış, yanlış ve kasıtlı kavramlardan ibarettir.

Bundandır ki Cumhurbaşkanımız iki gün evvel Külliyede muhtarlara hitap ederken; “Cumhuriyet 1923’te kurulmuş bir rejimdir ve Cumhuriyet rejimine karşı çıkanlar varsa, önce milletimi ve şahsımı karşılarında bulacaklar” uyarısını yapmaktadır…

Ve devamla;

“Bizim mücadelemiz cumhuriyet rejimiyle değil, sistemledir.

Biz rejimi değil, sistemi yeniliyoruz.

Zira bu sistem içerisinde yıllardan beri vuku bulan darbeler, sistemin mükemmeliyetinden değildir” dedi.

Cumhurbaşkanının demek istediği şu;

Eğer sistem, mükemmel bir sistem olmuş olsaydı, o kadar darbeler yaşanmazdı, o kadar terör olayları olmazdı, kan dökülmezdi ve haçlı sömürücü emperyalist devletler içimize nifak tohumu ekmezlerdi…

Sayın Cumhurbaşkanımızın ifade etmek istediği konuların mefhumu muhalifi, yani diğer bir manası da şudur ki;

Mükemmel olmayan bir sistem ve “Cumhurun arkasında bulunmadığı bir Cumhuriyetin” fazilete yönelik işlenmiş bir cumhuriyet olmadığı anlaşılmaktadır.

Zira arkasında Cumhurun bulunmadığı bir ideolojidir.

Nitekim Yargıtay eski Başkanı, değerli hukuk adamı Prof. Dr. Sami Selçuk da “Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne” adlı kitabının 70 ve 71’inci sayfalarında şöyle diyor;

“Cumhurun arkasında bulunmayan bir cumhuriyet, cumhuriyet değildir.”

Ve devam ediyor;

“Atatürk devriminin laiklik anlayışı, devlet yapısında dinin yalnızca siyasal bir güç olmasını önlemek değil, onu vicdanlara da hapsederek düşünce yaşamının dışına itmektir.

Yığınaktaki bu yanılgı, laikçiliği hatta laikleştirmeciliği hızlandırmıştır.

Laikleşmeyi ise doğal yatağından çıkarmıştır.

O nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı devlet bünyesine alınmış ve böylece din denetim altına alınmış, öğrenim tekliği (Tevhid-i Tedrisat) ve tekelciliği sağlanarak salt bilimsel yöntemlerle düşünen ve de inanan kuşaklar yetiştirilmek istenmiştir.

Dinin gereklerini öğrenmek için aile eğitiminin yeteceği ileri sürülmüş ve dinsel eğitim yasaklanmıştır”

* * *

Demek anlaşılan budur ki böylece Müslüman bir halkın dini özgürlükleri açıkça elinden alınmış, tekelciliğe sokulmuş ve başta söylediğimiz gibi yeni yetişen neslin inancı, vicdan şuuru ipotek altına alınmış durumda.

Bunun dünya hukuk literatüründe hiçbir yeri yoktur.

Bu itibarla diyoruz ki;

Türkiye Cumhuriyeti; artık devletiyle, milletiyle, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Acemiyle, hangi renkte, hangi dinde, hangi dilde, hangi coğrafyada bulunursa bulunsun, yekvücut olarak ittifak edip TBMM’nden çıkan Anayasa değişimine karşı durmak değil, “Hayır” demek değil, “Evet” demelidir.

“Evet” kavramını kullanmayan kim olursa olsun, nerede olursa olsun, bize göre büyük bir gaflet ve cehalet sapıklığından kurtulamaz.

Ancak ne var ki en düşündürücü olan da şudur;

Diyanet İşleri Başkanlığımız yıllardan beri, yani Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne dek ne yazık ki İslam dinini mevcut sistemin tekeli altına almıştır…

Yalnız “kişisel ibadet”ten ibaret olup, yüce İslam dinini sosyal, siyasal ve insanların günlük hayat akışlarına cevap verebilecek bir din durumundan çıkarıp sadece vicdanlara hapsetme düşüncesini yaşata gelmiştir…

Bu da toplum için en büyük fitne unsuru teşkil etmektedir…

Nitekim dün de burada değindiğim gibi…

Birkaç gün önce İstanbul Ümraniye’deki Modoko Camisi İmamı Hüseyin Güleç’in cemaate referandumda “Evet” oyu kullanmaları çağrısı yaptığı için hakkında; Diyanet İşleri Başkanlığı soruşturma başlatmıştı.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ise cami imamlarına, “Kişiler arasında ihtilaf konusu olabilecek hiçbir şey, kalpler arasında ayrımcılığa yol açabilecek bir tek kelime camiye taşınmayacak” uyarısını yapmıştı.

Diyorum ki…

İyi bilen, iyi düşünen, gerçek manada iyi bir İslami araştırmaya sahip bir Diyanet İşleri Başkanı böylesine demeçler vermemelidir, veremez de.

Zira yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, “Nisa” suresinin 83. ayetinde aynen şöyle buyuruyor;

“Onlara (savaşta mü'minler hakkında) güvenlik ve tehlikeyle ilgili bir söylenti ulaşsa onu yayarlar (ortalığı telaşa verirler). Oysa eğer o haberi Peygamber'e ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürseler, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı. Eğer Allah'ın lütuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı pek azınız hariç, şeytana uyup gitmiştiniz”

Aslında ayetin buyurduğu gibi; "gerçekleri yorumlayan, tevzi eden" din alimleridir…

Eğer din adamları bundan engelleniyorsa, "Vay ki vay o toplumun haline.."

Bakınız bu ayeti celilenin son bölümüne Bediüzzaman Hazretleri “Sözler” isimli eserinin 27. Söz’ün de şöyle bir yorum getiriyor.

Öyle inanıyoruz ki Sayın Görmez de Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerini zaman zaman okuyarak böylesi konuları iyi anlamış biridir..

Peki, nasıl olur da “hutbe” okuyan din görevlisinin görevine müdahale ederek, “Referandum” seçimi sath-ı mailinde tüm din adamlarının konuşma özgürlüğünü ipotek altına alarak, gerçekleri, iyilik ve kötülüğü halka götürmesine mani olma suçunu işler?

Yani din adamlarının gerçekleri söylememe siyaseti tavırları içerisine girmiş durumda Sayın Görmez.

Zira Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri 27. Söz’ün başında aynen şöyle diyor;

“İKİNCİSİ

Dinin zaruriyâtı ki, içtihad onlara giremez; çünkü kat'î ve muayyendirler. (Kesin olarak bilinen gerçeklerdir).

Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler.

Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler (sarsılmaktadırlar).

Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid'akârâne bir hıyanettir”

Yani yüce İslam dininin anlatılmasını, siyaset adına anlatmama girişimi baskı altına almaktan başka bir şey değildir ve bu da suçtur.

Zira bu şekilde haram olan, yasaklanması gereken gerçekleri arka plana atarak, uygulaması haram olan gerçekleri söylememek dayatması ortaya konuluyor.

Bediüzzaman şöyle devam ediyor;

“BİRİNCİSİ

Siyaset-i hazire Müslümanların tümüne o suretle tefhim edilsin”

İnanan bir ümmeti o yanlış siyasetin hegemonyası altına alarak gerçekleri yaymama zorbalığı söz konusudur.

Bu da bize göre tarihi CHP’nin ekmeğine yağ sürmektir.

Halbuki siyaset-i hazire mevcut siyaset, o kadar çok yalan, hile ve şeytanat içine girmiş ki şeytanların vesvesesi hükmüne geçmiştir.

İnsan suretindeki şeytanların görevini yapıyor.

Oysaki minber, vahy-i İlahi’nin tebliğ makamı olduğundan, o siyasi vesveselerin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye'ye çıkabilsin.

Yani mevcut siyasetin hatırına binaen gerçekleri söylememe yasağını kimse koyamaz.

Engel teşkil edemez.

Zira hutbe, bazı Kur’an surelerinin nasihatlerinin anlaşılması için okunmaktadır.

Buna da yasak koymak, engel teşkil etmek, sağlam bir vicdanın işi değildir.

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar….