İSLAM ŞERİATI KAYNAĞINA DEĞİL, AVRUPA MEDENİYETİNE Mİ SARILMAK!? (III)

Söze yine “ne yazık ki” diyerek başlıyoruz! 1,5 asırdır “vesayetin hükmüyle” batıla ve batıya endeksli bir “biatın cenderesinde”, ülke ve millet olarak, debelenip duruyoruz.. Ve halk deyimiyle kurtuluşa, doğru ve Salih bir yola girme babında, arpa poyu kadar tarihsel kimliğimize odaklı, hal ve halvette bulunabilmiş değiliz!.. Mankurt ve mandacı bir siyasetin pençeleri arasında bulunuyoruz!…

***

Son bir kaç gündür, kaleme aldığım mevzuların özü itibariyle hiçbiri “Esatirü-l evvelin” değildir.. Yani geçmişten kalan, içi boşaltılmış, eski mitolojik hikâyeler değil.. Ki mitolojiye dayalı ifade ve cümleleri de kapsamıyor… Ele aldığımız, sizinle hasbıhal konusu ettiğimiz.. Denir ya dilimizin döndüğü, kalemimizin yazdığı kadarıyla ifade ettiklerimiz bilaistisna tümü “hakikatlerin” yer yüzüne haykırışıdır..

***

Ahali başta olmak üzere bizlerin yaşadığı, tarih süzgeci içerisinde başımıza gelip-geçen olayların ta kendisini, burada kaleme alıyoruz!?.. Ve buradaki gayemiz de, yaşanan ve yaşatılan hadiselerden yarınlarımıza dair, mevzuların tekerrür etmemesi adına ders-i ibretler çıkarmaktır..  Toplum olarak, ümmet olarak, başımıza gelen vakalardan biraz da olsa ibret alıp kendimize çekidüzen vermemiz gerektiği gerçeğine vakıf olmamız lazım!…

***

Aksi takdirde, hep inatla, olmayan, vücudumuza dar gelen, batı dünyasından ithal edilmiş libaslarını giymeye devam mı edeceğiz!? Maddi veya hükmi ideolojinin libasını giymeyi ve giydirmeyi sürdürecek miyiz?!.. Ki bu gömlek yüz elli seneden beri, hatta iki yüz yıldan beri, bize giydirilmeye çalışılmıyor mu?! Hem de resmi dille giydiriliyor.

***

Osmanlı döneminin son yıllarından bugüne kadar; müesses nizamın hâkimiyeti, kendini idame ettiriyor… Demem o ki, en yakınında bulunan ajanlar tarafından bilekleri kesilen devlet büyüğü Sultan Abdülaziz’in ölümünden ta günümüze dek başımıza gelen vakıalardan, olaylardan ibret almayıp da devekuşu misali başımızı kuma gömüp “avcı beni görmüyor” aldatmacasına daha ne zamana kadar bu devlet ve bu millet, kanacaktır…

***

Hani diyorlar ya;  bir musibet bin nasihatten daha evladır.  Bu büyük sözler bizi hiç mi etkilemiyor? Hep bildiğimizi okuyoruz ve okutuyoruz.  Ama yaşanan ve yaşatılanların arka planına bakmıyoruz, irdeleyip sorgulamıyoruz. Körü körüne bir kanmanın zaman tünelinde, yürüyoruz… Çünkü başımıza ne gelir, ne geçer, sonumuz ne olacak gibi soruları irdelemek istemiyoruz.  Olaylara hep at gözlüğü bakışıyla bakıyoruz, tek hedefle gidiyoruz, sağımıza solumuza bakmıyoruz!.. Dost kim, düşman kim, araştırmıyoruz?…

***

Sormak istiyorum; “koltuğa oturduk mu evvelallah bir şey kalmaz, her şey bizde” gibi siyasetin yanlış ve batıl düşünceleri mi bizi yönetecek? Oysaki bu anlayış ve strateji çok yanlıştır. Neden derseniz.. Derim ki; “Görünen köy kılavuz istemez.”

Hedef belli, yol belli, dost belli, düşman belli.  Gerek içten olsun, gerek dıştan olsun dost görünen mihrakların ne kadar düşman olduklarını bir türlü sezemiyoruz…

***

Yukarıda dedik ya; “Bir musibet, bin nasihatten evladır.”

Hep Avrupa’nın dar gömlekleriyle memleket yönetilmek istenmiş.

Hem de terörün çeşitlerine davetiye çıkaran sekülarist anlayışların hâkimiyetiyle.. Sahte, riyakârlıktan ibaret, sahte Atatürkçülük ve çağdaşlık gibi uydurma aldatmacalarla bu memleketi nereye götürüyoruz diye soran yok!!?

Akif ne diyor;

“Geçmişten adam hisse kaparmış.. Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ 'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..”

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Taksim’deki kanlı terörü gerçekleştiren Suriyeli kadın..

23 yaşında Halep kökenli bir kadın..

4 ay önce erkek arkadaşıyla birlikte Türkiye’ye giriş yapmış!..

İstanbul’a gitmiş…

Suriye vatandaşlarının evinde barınmış…

Kendilerine mülteci süsü vermiş..

Nihayetin de, İstanbul’un en canlı yerine odaklanmış, fırsat bulmuş ve bombayı patlatmıştır..

6 masum insanın şehadetine, 81 insanın da yaralanmasına neden olmuştur.

Tüm bu vefat eden şühedalarımıza Allah’tan rahmet diliyoruz, yakınlarına başsağlığı diliyoruz, yaralılara da acil şifalar temenni ediyoruz.

Dünkü yazımızda da zaten bunları belirtmiştik.

Ama bu ifadeler bize göre herkesin dilinden çıkan şişirilmiş ifadelerdir.

Türkiye, bununla yetinmemelidir.

Yıllardan beri bu terörü, özellikle yüz yıldan beri, cumhuriyetimizin kuruluşundan şimdiye kadar gelen terör odaklarının ana üreme etkenlerine odaklanmamız lazım…

27 Mayıs darbesinden tutun da 28 Şubat post modern darbesine kadar..

Daha açık ifadeyle 15 Temmuz başarısız kanlı darbe girişimine kadar…

İster gelen giden iktidarlar olsun, ister muhalefet olsun, ister medya olsun, ister devletin kilit noktalarını ele geçiren üç ana unsurdan ibaret olan yasama, yürütme ve yargı erkleri olsun.

Çıkıp birileri demiyor mu?

Ya Allah aşkına!

Türkiye hep yaz-boz tahtası mı olacak?

Kim ne yaptıysa yanına kâr mı kalacak?

Buna köklü bir çare getirelim.

Yukarıda dedik ya; dost kim, düşman kim belli değil?

Ne yazık ki hiç kimse bunu gerçek manada birleşerek, milli bir ittifak içerisinde iktidarlarıyla, muhalefetleriyle birlikte “gelin elimizi vicdanımıza bırakalım” demiyor!.

***

Artık yeter?

Yetmez mi; canlarımızı teröre kurban vermemiz!

Suriyeli bir terörist eline bir poşet alıp gelmiş İstanbul’a…

Beyoğlu’ndaki Taksim caddesini kana buluyor..

Söylenen ne?

“Vay seni gidi terörist mel’un kadın” denilerek yakalanıyor…

Sonra cezaevine gönderilecek…

“İşte ben iş yaptım” denilecek…

Bu aldatmacalarla bu ülke bir yere varamaz.

Hele hele bu olayda en çok dikkatimi çeken de şudur…

Taksim caddesinin boydan boya al bayraklarla donatılması..

Gerçekten kendi kendimizi aldatıyoruz, bir uyutma gayesi içerisinde bulunuyor..

Ya Allah aşkına diyoruz.

Şu al bayrağın şanı şerefi ne ile kutsallaştırılmış bir sembolümüz olmuşsa, bunun gereğini yaşatmamız gerekmiyor mu?

Bu al bayrağın zeminindeki kırmızı, şüheda kanlarından ibaret değil midir?

O kırmızının üzerinde görünen ay yıldız, Kosova’da I. Murat’ın Sırplarla savaşan Osmanlı ordusundaki şühedaların kanına yansıyan anlam değil midir?

Şu halde, o şanlı askerin gerek gazileri olsun, gerek şühedaları olsun…

Hepsi o Sırp gavuruyla Kosova’da savaşmaları İ’la-yı Kelimetullah uğruna değil miydi?

Bu bayrağın tarihi oradan gelmiyor mu?

Orada İ’la-yı Kelimetullah uğruna kutsal vatanın her bir karışı şühedaların kanıyla sulanmamış mı?

İşte o anlam, o anlayış, o bayrağın taşıdığı mana ne yazık ki bugün Türk siyasetinden, Türkiye’nin ve İslam dünyasının ideolojisi halinden çıkarılmıştır…

Sembolik hale getirilmiştir…

Sadece siyasi bir anlamla topluma verilen görüntüyle memleket daha ne zamana kadar bu terör alçalışına kurban verecek?!

Neden bu hıyanet ideolojilerini üzerimizden püskürtüp atabilecek anlayışa sahip olmuyoruz?…

* * *

Evet, sevgili dostlar.

Fazla başınızı ağrıtmayalım.

Dert çok büyük…

Allah bu millete yardım etsin.

Dünkü yazımızın son bölümünde İyi Parti Diyarbakır İl Teşkilat Başkanı değerli dostumuz Vecdi Ensarioğlu Merkez Camisiyle Ulu Cami arasındaki mukayeseyi dile getirmişti.

Sayın Ensarioğlu “Ben Ulu Cami varken, Merkez Camisine gidip Namaz kılmayı düşünmüyorum” demişti.

Biz de bugünkü sohbetimizin son bölümünde bu mevzuyu biraz açalım…

Vecdi Bey kardeşimiz, bir gerçeği haykırmıştır…

Doğru bir noktaya parmak basmıştır..

Merkez Camisi proje itibariyle çok şaşaalı yapıldığı herkesin malumudur...

Lakin o semtte zaten çok sayıda cami bulunuyor…

Şahsım, bunu iki sene evvel, kaleme alıp sorgulamıştım…

Acaba diyerek; “ Ulu Camiye bir alternatif olarak mı bu cami burada yapılıyor” demiştim?

Hatta daha ileri giderek Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’in Medine’ye gittiğinde, Mescid-i Kuba’yı inşa eder.. Mekke müşrikleriyle Medine Yahudileri arasındaki ittifakla Müslümanları Hz. Resulullah’ın etrafından dağıtmak maksadıyla caminin tam yanına başka bir cami inşa ederler…

Hatta çok ısrarla Hz. Resulullah’ın o camide namaz kılmasını isterler..

Resulullah “ben savaşa gidiyorum, dönüşte kıldırabilirim” der..

Hatta Hz. Ömer’i de yanıltma cihetine girerler…

O gün, Tevbe suresinin 107-108-109. Ayetlerinin meallerini de, örnek olarak kaleme aldığımız yazıda aktarmıştık…

“107- Bir de zararlı faaliyetlerde bulunmak, küfre yardım etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Resûlüne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescit yapanlar vardır. Bunlar, “Bizim iyilikten başka hiçbir kasdımız yok” diye de mutlaka yemin ederler. Ama Allah şâhitlik eder ki bunlar mutlaka yalancıdırlar.”

“108- Onun içinde asla namaz kılma. İlk günden temeli takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) üzerine kurulan mescit (Kuba mescidi), içinde namaz kılmana elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.”

“109-Binasını takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) ve O’nun rızasını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını çökmeye yüz tutmuş bir yarın kenarına kurup, onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez.”

O yazımıza itiraz edenler de oldu.

Hatta bize ve gazetemize karşı suç duyurusunda bulunmak isteyenler oldu…

Ama Türk adaletini ve savcılarını yanıltamadılar.

Anayasanın 28. Maddesinin “Basın hürdür, sansür edilemez” hükmü gereğince “Takipsizlik” kararı verildi.

Gerekirse daha da detayını yazacağız.

Eğer zaman ve zemin imkân verirse bunun daha detayını, ana stratejisini, hedefini, neyin karşılığında bu Cami yapılmış ve kimlerin parasıyla yapılmıştır, ona projektör tutarız!?

Nitekim tüm bu soruların detayları arşivlerimizde mevcuttur.

Günü gelince buradan aktarırız…

En derin saygı ve sevgilerimle.