KÜRRE-İ ARZ’IN İNSANLIĞA KARŞI HİDDETLENMESİ!? (II)

El hak!.. Hakikatin haykırışıdır sohbet başlığımız.. Denir ya malumun ilanı.. Muhtevası; “İnsanların yeryüzünde bilerek veya bilmeyerek yapmış olduğu insanlık dışı hatalar, günahlar ve fitneler yüzünden Cenab-ı Allah, kuru ile yaşı beraber yakarak, cezalandırıyor..”

Dünkü sohbetimizde bu minvalde, Enfâl suresinin 25. Ayetinin yüce mealini de sizinle paylaşmıştık…

“Hiçbir zaman hiçbir şey kendi kendine oluşmaz.”

Sadece yapılan yanlışlıklar yüzünden, yeryüzü hiddete gelir…

Allah’ın “kâf” ile “nûn” arasındaki emrinin yerine gelmesidir.

Yani “Kûn feye kûn” dediği zaman emir oluşur.

Bu bir, emr-i ilahidir.

Bakınız yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Hûd suresinin 117. Ayeti bize bunu açıkça ifade etmektedir…

Ayet diyor ki;

“Rabbin, halkları salih ve ıslah edici kimseler iken memleketleri zulmederek helâk etmez.”

Ayetin mefhumu muhalifinden anlaşılıyor ki;

“Eğer ki bir memleket helâk olmaya mahkûm kalıyorsa demek ki o memleketin insanları yanlış yoldadır…”

Ayetin ışığında biz de diyoruz ki;

“Bu memlekette yanlış insanların yaptığı yanlışlıklar yüzünden Cenab-ı Allah işte bu felaketleri milletimizin başına getiriyor…”

***

Bakınız kadının biri ne diyor?.. Ve bunu İslam diyarı olan, Türkiye’de söylüyor.. Diyor ki;

“Ezan sabah erken okunuyor, uykudan uyanıyoruz.. Rahatsız oluyoruz… Kimse camiye gelmiyor, insan rahatsız oluyor.

Millet camiye gelse namaz kılsa ben bir şey demem, ama kimse gelmiyor. Biz ezan istemiyoruz..”

Bunları söyleyen, Pülümürlü bir kadın…

Açık ve net olarak İslam’a karşı meydan okuyor.

İşte bu edepsizliklerin yüzünden “yeryüzü hiddete” gelmesin de ne olsun?.

Elbette gelecek..

Bu milletin tarihi 1500 seneden beri ilahi bir nizam olan yüce İslam dininin gerçeklerine açıkça saldırıyor…

Alevilik..

Rafızilik…

Kızılbaşlık..

Daha birçok ad altında, uydurma ve hurafeden ibaret mezhepler ihdas edilerek, açıkça İslam’a saldırmaları karşısında elbette yeryüzü hiddete gelecektir?

Elbette ki böyle edepsizliklere cevap verilecektir..

İşte bunların yüzünden, masum insanlar da o musibete maruz kalıyor.

* * *

Pülümürlü başka bir kadın şöyle söylüyor;

“Rahatsız oluyoruz, çocuklarımız var korkuyorlar, istemiyoruz böyle bir şey, şimdiye kadar okunmamış, biz ezan istemiyoruz, kendi köyümüze başka hizmet istiyoruz.”

Pülümürlü bir erkek ise şöyle söylenip duruyor…

“Alevi insanların yaşadığı bir yer, ondan dolayı doğru bulmuyoruz, gerçekten halkın bir talebi varsa o zaman o hoparlörden ezan sesi duyurulur, burada yaşayan insanların çoğu kabul etmiyor, dayatma olarak kabul ediyoruz..”

***

İşte küfrün, zındıkanın, edepsizliğin, hurafenin, yoldan çıkmanın, seviyesizliğin dik alası burada, bu insanlarda bulunuyor.

Ki onlar da Tunceli’nin Pülümür ilçesindeki bir köyde; kendilerini Alevi olarak adlandırıyorlar..

Kelime itibariyle Hz. Ali’ye mensuplar..

Ama döktükleri salya tamamıyla dinsizlik salyasıdır.

Bunlara siyaset de göz yumuyor, bunları poh pohluyor ve onlara Cem evleri yapıyor.

Bu nasıl bir anlayış bilemiyoruz?

Allah encamımızı hayreyleye!

Kur’an-ı Kerim’in “Hûd” suresinin 117. Ayetinin meali tam da bunu kapsıyor.

Bu edepsizliğe karşı Kur’an uyarıyor bizleri…

* * *

Bakınız, sevgili dostlar.

Bediüzzaman Hazretleri’nin “On Dördüncü Söz’ün Zeyli” başlığı altındaki “Zilzal” süresinin tefsirinden, dünden devamı aktaralım.. 

“Beşinci sual:

Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip koca bir unsuru musallat eder? Bu hal cemâl-i rahmetine ve şümul-u kudretine nasıl muvafık düşer?

Elcevap:

Kadîr-i Zülcelâl her bir unsura çok vazifeler vermiş ve her bir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun bir tek vazifesinde bir tek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur o vazifeden men edilse, o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır—ta bir tek şer gelmesin gibi, gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat, kusurdan münezzehtirler. Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette, o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde, "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.

***

Altıncı sual:

Zelzele, küre-i arzın içinde inkılâbât-ı madeniyenin neticesi olduğunu ehl-i gaflet işâa edip (yayarak), adeta tesadüfî ve tabiî ve maksatsız bir hadise nazarıyla bakarlar. Bu hadisenin mânevî esbabını ve neticelerini görmüyorlar, ta ki intibaha gelsinler. Bunların istinad ettiği maddenin bir hakikati var mıdır?

Elcevap:

Dalâletten başka hiçbir hakikati yoktur. Çünkü her sene elli milyondan ziyade münakkaş, muntazam gömlekleri giyen ve değiştiren küre-i arzın üstünde binler envâın bir tek nev'i olan, meselâ sinek taifesinden hadsiz efradından bir tek ferdin yüzer âzâsından bir tek uzvu olan kanadının kast ve irade ve meşiet ve hikmet cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayt kalmaması ve başı boş bırakmaması gösteriyor ki değil hadsiz zîşuurun beşiği ve anası ve mercii ve hâmisi olan koca küre-i arzın ehemmiyetli ef'al ve ahvali, belki hiçbir şeyi—cüz'î olsun küllî olsun—irade ve ihtiyar ve kasd-ı İlâhî haricinde olmaz. Fakat Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezasıyla, zahir esbabı tasarrufatına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazan da bir madeni harekete emredip ateşlendiriyor.”

En derin saygı ve sevgilerimle.