YAKIN TARİHİMİZ, LOZAN GERÇEĞİ VE İNGİLİZ HIYANETİ! (III)

Evet, sevgili okurlar.

Devletlerin, özellikle İslam devletlerinin yeryüzünde hükümranlığının geçerliliğinin ve bekasının ana kaynağı Kur’an ve sünnet olursa, ancak uzun ömürlü yaşayabilir.

Nitekim bundan değil midir ki Osmanlı İmparatorluğu, 624 yıl boyunca yeryüzünde hükümran olmuştur?

Gerek geçmişe yönelik olsun, gerek günümüzde olsun, yeryüzünde en uzun ömür süren devlet Osmanlı İmparatorluğudur.

Zira bu devlet, kuruluş biçiminden sonuna kadar hep İslam’la tanışmış, İslam’ın hükümranlığını yeryüzünde kendine temel amaç kılmış ki böyle olunca, devlet binasının temel direği, ana kolonu çok güçlü bir biçimde tesis edilmiş durumuna girmiştir.

Nitekim bu tezimizin dayanak noktası “Nur” suresinin 55. Ayetinin yüce mealidir.

Bakınız, bu ayeti celilenin yüce meali bize neleri anlatıyor ve bizi nereye götürüyor?

Ayetin yüce meali aynen şöyledir;

“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir”

İşte anlaşılan budur ki;

Devlet bekasının temel şartı, milletiyle dürüst olmasıdır, milletin Şura denilen milli danışma hudutları içerisinde devletin kendini biçimlendirmesidir.

Devlet, Allah’ın çizmiş olduğu tahditler çerçevesinde iyi niyet beslemesi ve milletle el ele vererek günlük hayat akışlarını zulüm ve istibdat dayatmalarıyla değil, İslam’ın ilke ve ahlaklar çerçevesinde yürümesidir ve toplum arasında FETÖ gibi alim geçinenlere değil, ilmiyle amel eden ulemaların varlığına önem verilmesidir.

Keza Müslüman toplulukları arasında ne kadar ırk, kabile, aşiret, coğrafya değişikliği olursa olsun illaki anılan ayeti celilenin direktifi doğrultusunda adım atılmalıdır.

Böylece ülke gerçek manada milli bir ülke olur, devletin zirvesindeki oturan zevat her ne sıfatla olursa olsun, illa ki milli şuur ve dayanışma içerisinde otoriter olmakla beraber, aynı zamanda halifedir ve devlet başkanıdır.

* * *

Bize göre yıllardan beri sürüklene gelen mevcut bayat anayasanın dayatmalarına rağmen, herhangi bir devlet başkanlığı gibi bir sıfat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a verilmemiş ise de devlet çarkının yanlış dönmesinden dolayıdır.

Aslında 10 Ağustos 2014’te milletin yüzde 52 oyuyla Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi, direkt olarak devlet başkanı olmalıdır.

Zira İslam hukuku çerçevesinde milletin salt çoğunluğuyla Cumhurbaşkanı olarak seçilen bir kişi, hükmen devlet başkanıdır, otorite sahibidir ve söz sahibi olmalıdır.

Yukarıda anılan ayeti celileden de zaten bu anlaşılır.

Zira Osmanlıdaki devletin tesisi, terbiye ve ahlakı paralelinde Padişah, Padişah olduğu gibi aynı zamanda Halifedir ve Müslümanların büyük İmamıdır.

Yani Camii’de millete namaz kıldıran İmam değil, devlet otoritesini elinde tutan “İmamet-i Kûbra”ya denilen en büyük otoriteye sahiptir, hem Sultandır, hem de Halife’dir.

Devlet reisidir.

Keza nam-ı diğeri, eski üslupla telaffuz edilirse İmparator’dur.

Zira mademki devletin tüm varlığı onun eline verilmiş, harcama gerçeği dahi sonsuz bir şekilde tahsis edilmiş, herhangi bir sorumluluk taşımıyorsa ki taşıyamaz, çünkü milli iradeyle gelmiş oraya.

TBMM içerisinde teşekkül eden Bakanlar Kurulu dahi mutlak bir biçimde ona bağlı olmalıdır.

Zira o hükmen ve fiilen devletin başındadır ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanıdır ve devletin tüm heyet-i mecmuası onun sorumluluğu altında olduğuna göre her ne hususta olursa olsun, hükmen ve manen Cumhurbaşkanı değil, devlet başkanı olmalıdır.

İşte Osmanlıdan gelen devlet terbiyesi bundan ibarettir.

Böyle de olmayınca, devlet hukuk devleti olmaktan çıkar.

İngilizler gibi fesat ve müstebit bir devletin hegemonyasından kendini kurtaramaz ve bu itibarladır ki Lozan zaferi adı altındaki hezimet ve rezalete zafer adı verilmek zorunda kalınıyor.

Zira bu işi tezgâhlayan, milletler arasında müstebit ve zalim bir devletin siyaset hükümranlığı zaten başlı başına kendini ele veriyor.

* * *

Evet, gerçekten devlet bir İslam devleti olma sıfatını taşıyorsa, devletin hükümranlığı uzun ömürlü olur.

Bu itibarla Kur’an ve sünnete dayalı bir devlet otoritesi hem kendi milletine hem de yeryüzündeki diğer devletlere karşı sancağını yüksekte tutabilir.

Eğer kaynağını Kur’an ve sünnetten alamıyorsa, o zaman kendini mutlak surette ne kadar iyi niyetli olursa olsun, beşeri ve vazi kanunlar muvacehesinde o toplumu sağlam bir zemine oturtturamaz.

15 Temmuz gecesi gibi darbeler silsilesinden de devleti kurtaramaz.

Nitekim bundandır ki “Maide” suresinin 32. Ayeti ile 33. Ayetinin hükümranlığı çerçevesinde gerçek sağlam bir otoriteyi böylece belirtiyor ve hükümranlığını sağlamlaştırıyor, uzun ömürle yaşamayı pekiştiriyor.

Böyle olmayınca, o devlet, o coğrafya, o halk, her ne surette olursa olsun, illa ki kendini Paris ifritlerinin, İngiltere şeytanlarının, ABD ajanlarının, Mossad casuslarının ve Osmanlının İttihat ve Terakki münafıklarının hegemonyaları altından kendini kurtaramaz ve iki yakasını bir araya getiremez.

Devlet ve millet hiçbir zaman birbiriyle barışı sağlayamaz.

İşte hali âlem meydanda…

Toplum bünyesinin gerçek manada uzun ömürlü yaşayabilmesi için, bir sefer o toplumun içinde haksız yere dökülen insan kanını her ne surette olursa olsun, derhal durdurulması gerekir.

İnsanların birbirini öldürme fitnesini ortadan kaldırabilmek için, Maide suresinin 32. Ayeti ile 33. Ayetinin meallerini kendine bayrak tutması gerekir.

Aksi halde Allah’ın kutsal uyarısı “Fitne katlden daha ağırdır” ifadesinden kendini kurtaramaz ve o devlet uzun ömürlü de yaşayamaz.

Zaten Lozan’ın kandırmaca zaferinin fitnesi de bundan mütevellittir.

Evet, sevgili okurlar.

Maide suresinin 32 ve 33. Ayetinin meallerini paylaşarak yazımıza son veriyoruz.

32. Ayet;

“Bundan dolayı İsrailoğullarına (Kitap’ta) şunu yazdık: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır. Andolsun ki, onlara resûllerimiz apaçık deliller (mucize ve âyetler) getirdiler. Ama onlardan birçoğu bundan sonra da (hâlâ) yeryüzünde aşırı gitmektedir.

33. Ayet;

“Allah’a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır.”

En derin saygı ve sevgilerimle.