ZALİMİN ZULMÜ HEP YANINA KAR MI KALACAK?! (II)

Sevgili okurlar.

Dünkü sohbetimize başlık olarak kullandığımız ifadeyi bugün de tekrarlıyoruz.

Ve diyoruz ki;

“ZALİMİN ZULMÜ HEP YANINA KAR MI KALACAK?!”

Gerçekten kar kalmamalıdır...

Ama ne yazık ki kalmakta..

İşte kocaman bir Devlet-i Âliye-yi Osmaniye’nin başına gelenler..

Devlet-i Aliye bize göre son dönemlerinde “yaşanan ve yaşatılanlar” karşısında kendine sahip çıkamadı...

Sultan Abdülhamid tek başına kaldı...

Ne yazık ki “bu tek başına kalış” devletin sonunu getirdi!...

Zira etrafı piyonlarla, ajanlarla, Selanik dönmeleriyle, ermeni ve Siyonist çete komiteleriyle dolmuştu...

Bir de yanı başlarında sözde Osmanlıdan olan jön Türklerin işbirliğiyle, Yıldız Sarayındaki devşirmeler...

Nihayetinde devlet de gitti.

Nihayetinde Sultan Abdülhamid de gitti.

Ve dolayısıyla hilafet-i İslamiye de “lağvedildi”...

Yalnız bunlar gitmedi?!

Giderken, beraberlerinde Memalik-i İslamiye’yi de (İslam coğrafyası), bölük-pörçük olup dağıldı...

Osmanlıyı son dönemlerinde erozyona uğratan temel unsur; içteki hain, zalim, kimliklerini gizli tutup devleti içten vuran münafıklar oldu.

Tarih tümüyle buna şahittir.

Yalan söyleyen tarih dışında tüm dünya tarihi bunu kaydetmiştir, yazmıştır, ifşa etmiştir...

Gerçek tarihçiler yazmaya da devam ediyorlar.

Gelelim günümüzdeki Türkiye’ye!.

Gerçekten cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek nerdeyse kurulan siyasi unsurların yüzde 70’i Osmanlının son döneminde devletin içinde yaşayan hıyanet erbaplarının yaptıklarının aynısını, bunlar da değişik unvan, kılık kıyafet değişikliğiyle, değişik makyajlarla yapmaktadırlar..

Ve hepsi birer uzantı haline gelmişlerdir.

Özellikle CHP’nin temel kuruluş noktasından başlamak üzere, 1952’de iktidardan düştükten sonra gelen-giden muhafazakâr partilerin varlığıyla beraber, içlerine sızdırılan masonik kafaların yarattığı tahribatlar orta yerde...

İttihat Terakkinin siyasetini takip eden aynı gizli komitelerin sanki birer mensubuymuş gibi hareket ede geldiler...

Günümüze kadar da devam ede gelmişlerdir.

Bu itibarla bu milletin, özellikle Osmanlının, inanan tüm Müslümanları “hep zulüm” görmüşlerdir..

Hele hele milli mücadeledeki, istiklal savaşımızdaki sarıklı, cübbeli, sakallı mücahitlerin yaptığı kahramanlıklarından dolayı cumhuriyetin kuruluşundan sonra, hepsi bir bir sorgulanıp idam edildiler..

Örfi idare mahkemelerinde sürüm sürüm süründürüldüler..

Sakıncalı görünen 150 kişinin dış ülkelere kaçmaları veyahut sürgün edilmeleri..

Tüm bunlar tarihi gerçekler içerisindedir.

Kimse de bunu inkâr edemez?

Dünkü yazımızda da belirttiğim gibi;

28 Şubat, yani 1997-2000’li yıllar arasında devletin bünyesinde olup bitenler; “akla ziyan” hadiseler içermektedir…

Özellikle Diyarbakır’ımız başta olmak üzere bu coğrafyayı kapsayan tüm il, ilçe ve köylerinde, gerek PKK terör örgütü olsun, gerekse PKK’yla işbirliği yapan sol ve ulusalcı geçinen JİTEM’in bazı mensupları olsun; nice ihanet ve hıyanetliklere imza atmışlardır…

Bunların işbirlikleriyle bu memleketin, bu coğrafyanın insanları çok büyük zarar görmüştür..

Kan, gözyaşı ve ölümlere maruz bırakılmıştır..

Başta medya ailemizin başına getirilenler...

Hepsi, tarih sayfalarına geçmiştir..

Hiçbir zaman da unutulmaz ve silinmezdir.

Ama bunları yapan da ne yazık ki fiilen ve resmen o dönemde bazı önemli kilit noktalarda bulunan “çete bürokratlar” olmuştur.

Ve bunlar, en tepe, en ağır sorumluluk taşıyan bürokratlar olmuştur.

Başı çeken de dönemin DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nihat Çakar olmuştur.

JİTEM’in başı Cemal Temizöz olmuştur.

MİT Bölge Başkanı Cemal Uzgören olmuştur.

Ve 7. Kolordu Komutanlığında “komutan adına” çetecilik yapan, dönemin “iyi çocukları” olmuştur..

Bu üçlü mü, dörtlü mü, beşli mi, ittifak yüzünden sadece suçu, kabahati; devlet yanlısı olmak, vatanın bölünmez bütünlüğünü, milli birlik ve beraberliğini bünyesinde taşıyan kişiler oldukları için, hedef seçilerek sorgulandılar.

Biz de sorgulandık.

Devletin resmi üniforması içerisinde, etiketi üzerinde yapılan ağır ihanet ve hıyanetlikler, ne yazık ki yapanların yanına kar kaldı?

Kar kalmaya da devam edecek gibi görünüyor.

Tıpkı Osmanlının başına getirilenler gibi…

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Utanmadan, sıkılmadan, adice, şerefsizce, devletin kutsal üniformalarını, hele hele şerefli Türk Silahlı Kuvvetlerinin mensubiyeti altında, hele ki Türk adaletini temsil eden bir yetkili Başsavcı, ne yazık ki PKK’nın mensuplarını, itirafçılarını kullanarak, kötü emellerine ulaşmak için bizlerin üzerine yalancı şahit olarak zorlayarak karşımıza getirip suçlamalarda bulunmuşlardı...

Ben dün de bunu yazmıştım.

Tekraren yazıyorum.

Bunun kanıtlayıcı belgesi de Şemdin Sakık, en azından üç defa o olaylardan sonra gerek DGM’ye, gerek adli mercilere ve askeri unsurlara bizatihi yazıp, ifade verdi...

 “Bizi kendi kirli emellerine ulaşmak için zorladılar, kullandılar, biz o insanlara karşı özür diliyoruz” demelerine rağmen..

Hala da ilgili merciler o suç işleyen adamlara karşı büyük bir suskunluk içerisinde tabiri caizse “dut yutmuş bülbül gibi” davranmaktadırlar..

Ve o zulmü yapanlar da görevlerinin başındadırlar.

Bu minvalde, AK Parti iktidara geldiğinde millete vermiş olduğu sözlerin hiçbirisi yerine getirilmedi.

Ta ki 15 Temmuz 2016 gecesinde iktidarın başına gelen başarısız kanlı bir darbe teşebbüsüne kadar...

O da, kimin eli kimin cebinde belirsizlikleri ne yazık ki hala da devam ediyor.

Bakınız, sevgili dostlar.

Bu yazımızın sonucu itibariyle yaklaşık 15 gün evvel, Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevinden “Parmaksız Zeki” kod adlı Şemdin Sakık’ın kendi el yazısıyla yazmış olduğu mektubu, siz değerli okurlarımızla paylaşmak istiyorum...

Ve kamuoyuna da deklare ediyorum...

Hatta devletin önemli makam ve mevkilerinde bulunan sorumlu kişilere, ithaf ediyorum...

Ve bu arada Şemdin Sakık’ın geç de olsa yaptığı hatadan dönmesi!..

Aslında hatadan çok, zorla yalancı tanıklık yaptığını itiraf etmesinden dolayı teşekkür ediyoruz.

Tövbekârlığından dolayı da, Allah taksiratlarını affetsin ve içinde bulunduğu darlıktan da kurtarsın diye dua ediyoruz.

Bakınız, Şemdin Sakık kendi el yazısıyla yazmış olduğu mektubunda şöyle sesleniyor..

 “Mehmet Ali Altındağ Amcama,

Selam ve saygılarımı sunuyor, insanımıza ekmek veren ellerinizden öpüyorum.

Sizin gibi değerli insanları tanımakta gecikmek, bilgi ve yaşam tecrübelerinizden yararlanmamak bana çok şey kaybettirdi; fazlasıyla acı çekmeme neden oldu. Neyse ki yüce Allah buluşmamıza izin verdi… O sıralar hala kötü ruhun etkisinden kurtulamadığım için önyargı ve şiddet kültürüyle yüklüydüm, olay ve kişileri onların kriterleriyle ölçüp biçiyordum, yanlış davranışlarım buradan kaynaklandı.

Kendimi eğiterek geçirdiğim yıllar içinde arınmaya çalıştım, yenilenme olgunlaşmayı getirdi, en önemlisi de bakışımı değiştirdi. Sizi tanımak özellikle muhafazakâr ve dindar Kürtlere olan bakışımı gözden geçirmeme ve değiştirmeme yardımcı oldu. Zenginlerimizin din adamlarımızın ve özellikle medreselerimizin Kürtleri yaşatmakta ve güzel Kürtçemizi bugünlere getirmekte ne büyük rol oynadıklarını bu sayede görmüş oldum. Siz muhafazakâr Kürtleri tanıdıkça sosyalist ideolojinin bize empoze ettiği “Zengin düşmanlığı” değişime uğrayarak “Zengin severliğe” dönüştü. İş ve aş veren, bilinç yayan insanlar çoğalmadıkça huzur ve güven içinde yaşayamayacağımızı daha iyi kavramış oldum.

İlk ve tek filozofumuz Melâyê Ciziri’nin “Diwan”ını inceledim. Orada Kürt kültürünün İslam, aşk ve iyilik kültürüyle kurduğu bağı gördüm. Bir yerinde “Kesê Yûsuf firotî wî di 'alem da xesaret kir” der. Bizler çoğu kez Yusuf’umuzu sattık, ama benim gözümde siz Yusuf’unuzu satmayanlardansınız.”

***

Şemdin Sakık, Melâyê Ciziri’nin bu beytinin bir bölümünü yazmış, orijinal yazı olmadığı için eksiklikler olabilir veya eksik okunabilir.

Latin harflerle yazılmış olduğu için, esasen Melâyê Ciziri’nin bu beytinin orjinali şöyledir;

“Bi dînarê dinê zinhar da yarê xwe tu nefroşî

Kesê Yûsuf firotî wî di 'alem da xesaret kir”

Sayın Sakık için tekrar çok çok geçmiş olsun diyorum.

Allah, hepimizin akıbetini hayreylesin diye dua ediyoruz.

En derin saygı ve sevgilerimle.