YARGI YÜKÜ AĞIR!

Büyüklerimiz “Adaletin” yüceliğiyle alakalı ne güzel ifade etmişlerdir;

“Adaletin kestiği parmak acımaz” diye.

Çünkü bu ifadenin üreme düşüncesinde “suçlu” cezasını almış, mağdur ise hakkına kavuşmuştur.

Hakkın, hukukun ve eşitliğin nizamı görevini yerine getirmiştir.

Vicdanları “çelişkiye” sokmayan, düşünceleri tahriş etmeyen, bireyin “varlık” derecesini koruyup-kollayan, toplumsal bütünlüğe de gölge düşürmeyen, suçluya da hak ettiği cezayı veren bir mekanizmayla, işlem yapmıştır...

İşte Adalet bu nizamiyle o kutsal ifadeyi almıştır.

Bu işlerliğiyle, vicdanlarda yer almıştır.

Herkes inanır ve güvenir.

Onun böylesi kutsal bir ifadeyle değerlendirilmesi de işte bu ilkeli ve toplumsal duruşuna bağlıdır.

***

Ama aksi bir portreyle durum görüntü verince; o zaman iş te değişiyor.

Hem ifade hem de ruhsal yapı.

Ve o kutsal değere şu ifade yıkıcı bir şekilde atfedilir.

“Geciken Adalet adalet değildir” diye.

Demek; geciken adalet acı verdiği gibi, vicdani duygulara sirayeti yıkıcıdır.

Yaralı yüreği soğutmaz, kanayan vicdanın sızısını dindirmez.

Tepki toplar, ağır tahribatların oluşmasına neden olur.

Şiddet, terör, kavga, fitne.

Kısacası her türlü musibet, kaçınılmaz hal alır.

Hem toplumun üzerine hem de mekanizmanın kendisine.

Hem de ülkenin bütünlüğüne.

***

Adaletin tecellisine ilişkin pozitif ve negatif bakışı ortaya koymamdaki ana neden “Yargı Mekanizmasının” içerisinde bulunduğu sıkıntılardır.

Çünkü Türkiye bu noktada; derin ve vicdani sarsıntı geçirmektedir.

Gerek Adalet'i “idame” edenler ve gerekse de; “adaletten” adalet bekleyen vatandaşlar.

Yani; bir taraftan, inanılmaz derecede “artan suç ve suçlular”, diğer yandan imkânsızlıklar içerisinde; duruma “adalet” getiren yargı mensupları, beri taraftan mağdur olmuş insanlar.

Elde olmayan “Olumsuzluklar yüzünden” bugün zıt kutuplar haline gelmişlerdir.

Yargı “imkânsızlıklara” veryansın ediyor.

Vatandaş ise; geciken adalete.

Suçlular ise, keyifte.

***

Geçtiğimiz haftaydı.

Adliyedeydim. Özel bir işle alakalı bulunuyordum.

Duruşma ve Yazı İşleri Müdürlerinin salonunun önünden geçerken; “üst üste yığılmış” yüzlerce dava dosyaları gözüme ilişti.

Mübaşire sordum. “Bunlar ne?” diye

Dava dosyaları? Bu kadar çok mu, yok bunların dışında da dosyalar var?

İrkildim.

Ve kendi kendime sordum?

Vatandaş bir “dosyanın” sonucunu elde etmek için günlerce koşuştururken, bir savcı, bir hakim “önüne konulan” binlerce dosya karşısında; nasıl “eksiksiz” doğru kararlar verebilir?

Bu düşüncenin kemirgenliğiyle Hakim, savcı ve dava dosyalarına ilişkin istatistiklere bakıyorum.

Gördüğüm manzaraya ülke verileri korkunçluk kazandırdı.

Şöyle ki; manzaranın verileri hemen yüzünüze yansıyor.

Mahkemelerin iş yükü fazla.

Davaların uzun sürmesinin nedeni, hakim, savcı ve yardımcı personel sayısının azlığı hemen kendini gösteriyor...

***

Sadece 2006 yılında mahkemelere 5,5 milyon dava dosyası ulaşmış. Bu da bir hakime 852 dosya düşüyor demektir.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'in “itiraf” niteliğindeki eksikliklere ilişkin açıklaması, bana 1997 yılındaki verileri hatırlattı.

Çünkü o tarihte hakim başına düşen dosya sayısı 581 idi.

AB ortalaması ise 200'dü.

Yani yargının iş yükü, yıllar ilerledikçe daha da artmış. Ama yükü hafifletme noktasında istenilen “çözüm getirici” adımlar atılmış değil.

Şuanda Türkiye'de hakim ve savcı açığı inanılmaz düzeyde.

Bu inanılmazın dışında, mevcut hakim ve savcı kadrosundan 4 bin 115'i halen boş.

Yani atanması gereken ve acil dolması lazım olan kadrolar bile boş.

Bakan Şahin'e göre, 2008 yılı “Yargı yılı olacak mış?”.

İnşallah öyle olur.

Tabi, “yargının revizyonu da'' şart..

***

Hakim ve Savcıların görev yaptıkları mekanlara bakıyoruz..

Ne çağa göre, ne de nizama göre.

Çağın teknolojisinden yararlanma ise, yok denilecek düzeyde.

Hakim, savcı ve yardımcı personellerin “sosyal hakları”..

Ekonomik durumları..

Tüm bunlara rağmen; “Yargı mekanizması”, halen ülkenin mevcut kurumları içerisinde en güvenilir, en doğru ve tarafsız, objektif kurum olarak görülüyorsa, bu da Hakimlerin, Savcıların, Yardımcı Personellerinin “özverili” görev anlayışlarından kaynaklanmaktadır.

Yoksa birilerine ilişkin değil.

***

Yargı mekanizması içerisinde yer alan bir dostumla, konuyu sohbet ediyorum. Tabi sohbet esnasında, az önceki verileri ve düşünceleri de kendisine aktararak.

Duruma şöyle bir yaklaşım gösterdi.

Haklı bir bakış.

Düşünün, “önüne gelen” keyfiyet içerisinde açtığı davalar..

Uzlaşı olması gereken konu bile “yıllarca” dava konusu ediliyor.. Ve şöyle bir gözlemleyin..

Diyarbakır'da günde “kaç tane kapkaç ve hırsızlık olayı” oluyor.

Ülke geneline matematiksel hesaplamaya gittiğinizde; korkunç bir rakam karşınıza çıkıyor.

Hırsız cep telefonunu kaptığı gibi gidiyor.

Bırakın burada “adaletin” bu konuda gecikmesini, hırsızın saptanması, çalınan telefonun bulunması, eşkâlin belirlenmesi, bekle de bekle.

Bunu derken, aklıma 2,5 yıl önce evimize konuk olan, para, kol saati ve cep telefonu alıp giden “hırsız” aklıma geldi.

Bugüne kadar; ne hırsızdan, ne çalınan paradan ne de telefondan, saatten haber yok.

Yargı'dan da gelen bir evrak yok.

Dosya halen poliste mi, yoksa yargıda mı?

O'nu dahi bir mağdur olarak bilmiyorum...

***

Sonuç itibariyle, hakkın, hukukun, nizamın ve yasaların, eşitliğin “dağıtıcısı” olan Adalet, gerek toplumsal, gerek yönetimsel ve gerekse de kurumsal olarak “derin sıkıntılar” içerisinde bulunmaktadır.

Sıkıntının olduğu yerde de, olumsuzluklar kaçınılmaz olur.

Çelişkili kararlar da, zaman aşımına uğrayan dosyalar da.

Çalınan evraklar da.

Art niyetli kişiler de.

Aslında; sorunun çözümü üç aşamalıdır.

Birincisi hukuk sisteminin revize edilmesi.

İkincisi, yargı mekanizmasına ciddi kazanımlar sağlanılmalı.

Üçüncüsü de; keyfiyete zemin yaratacak, boşluklar bırakılmamalı.

Yoksa “geciken adalet adalet değil” sözünü sıkça duymaya başlarız.