“BAŞINA NE GELDİĞİNİ BİLMEYEN ZAVALLI TEK ÜLKESİ DÜNYANIN: TÜRKİYE!?” (II)

Ne hazindir ki öyle! Evet, sohbet serimize dünden devam diyoruz.. Bugün değil, son 1,5 asırlık zaman dilimi içerisinde; Türkiye’nin dünü ve bugünü diyerek, tarih sayfalarını çevirdiğimizde; hiç de sağlıklı, huzur ve güven sağlayıcı, barışçıl bir fotoğraf karşımıza çıkmıyor.. İslami ve insani değerlerin inanç noktasında, “batı ve batıla” odaklı kültürle, tarumar etmiş olduğunu görüyoruz…

***

Oysaki geçmişe yönelik tarihin derinliklerine bakıldığında, İslam şiarıyla büyüyen, gelişen bir milleti, bir devleti ve bir ülkeyi görüyoruz… Hep dürüstlükle, kahramanlıkla, akl-ı selimle hareket eden, milletleri davasına kazandıran, İman ve İslam şuuruyla hareket eden, “Yaratılanı yaratandan dolayı seven, sayan, kucaklayan” bir anlayışın, hâkimiyetinin tarihe nakşı var…

Herkesi doğru yola davet etmiş, rahmet etmiş, misafirperverlik yapmış ve birçok küfür dünyasındaki milletleri, kafile kafile İslam’a kazandırmıştır… Emevilerden, Endülüslerden, Eyyubilerden ta Osmanlı İmparatorluğuna kadar… Yer küresini İslam’la tanıştırmışlar.. Ve hep yayılarak büyümüşlerdir.. Hiçbir şekilde zaafa düşmeden, hep ama hep “İman şuuruyla, Kur’an-ı Kerim’in” ve Peygamber Efendimizin rehberliğinde yürümüşlerdir…

***

Hiç kuşkusuz ki bu kazanımlar, bu destanlar, İslam bayrağını yer küresinin her karış toprağında dalgalandırmak için mücadele etmişlerdir.. Ki bu da sıradan bir mücadele ve olaylar silsilesi değildir.. Ana tema ehil ve liyakat ölçüsü ön saftadır.. Yani, ehliyetli insanların omuzlarına alıp taşıdıkları emanetleri, üstün bir seviyede korumuş, muhafaza etmiş, sahip çıkmış, sözünden dönmemiş, milletine, devletine, ülkesine karşı her daim samimi ve ihlaslı, şeffaf olmuştur..Sadakat gerçeğini simgeleyip, onaylamış kişilerdir.

Onunla dosdoğru bir yolla dünyanın bir köşesinden diğer bir köşesine kadar yürüyebilmişlerdir…

***

Dünya tarihi buna şahittir.

Tabi tarihte, ders-i ibret noktasında birçok hadiseler de yaşanmıştır…

Mesela, Selçuklular bu topraklara gelmeden önce… Yani İslam coğrafyasına girmeden evvel, Hilafet-i İslamiye, Abbasilerin elinde bulunuyordu…

Malum, Abbasilerin son halifesi “El-Mu’tesimu billah” idi..

Ki kendisi “Mu’tesim” olarak bilinmektedir.

Tabi o, hilafeti sadece şekli olarak temsil etmiştir.

Devleti tamamen İslam yörüngesinden çıkarmış, maddiyatı ön plana almıştı… Etrafındakilere “kantaratül kanatir” yani kantarlarla altın dağıtmış.. Kendisi mücevherat, sermaye gibi bol miktarda servet edinmiş, mal mülk sahibi olmuştur…

Ve tüm bu serveti, devletin hazinesinden çalarak yapmıştır..

Ülke ise büyük bir kargaşa ve kaosun içerisinde bulunuyordu…

Devlet ayrı bir yörüngede, millet ayrı bir yörüngede…

Millet birbirini yiyor, ama “Mu’tasim”in umrunda değil.

Moğol Türklerinden Tatarlar o tarihte İslamiyet’le henüz tanışmamışlardı..

Tatar Türklerinden Cengiz’in oğlu Hilagü, Uzak Doğu’dan başlamak üzere ta Bağdat’a kadar savaşarak geliyor…

Ve Bağdat’ı düşürüyor, istila ediyor.

Yüz binlerce sadece ulema kesimini öldürüyor.

İnsanlar artık dere tepe demeden, ot orman demeden kaçarak, “canlarını kurtarma” arayışı içerisine giriyorlar…

Sığınaklarda barınıyorlar…

Bir türlü kurtuluş çaresi bulamıyorlar..

Hilagü, “Mu’tesim”i yakalıyor..

Elini kolunu bağlıyor..

Tepsiye altın dolduruyor ve kendisini çağırıp, “gel ye” diyor.

Bu altın yenilmez ki;

Madem yenilmiyor, sen niye o kadar biriktirdin, insanları mağdur ettin, perişan hale getirdin, ülkene sahip çıkamadın, bugün de halin bu.

Nihayetinde idam ediyor.

Millet bir müddet inim inim inlerken, Dicle Nehri dahi mustazaf, suçsuz, günahsız insanların kanıyla kanlanmış, o su nerdeyse kan şeklini almıştır.

Nihayetinde Selçuklular, bu büyük belayı, istilaya uğramış Bağdat’ı ve İslam ülkelerini geri alıyorlar..

Ve bu topraklarda, İslam bayrağını dalgalandırıyorlar.

Moğol Türklerinin birçoğu da İslam’a katılıyor.

Böylelikle o kahraman ecdatlar 1071’lerden tutun da 1909’lara kadar..

Selçuklu ve Osmanlı Devlet-i Âliye’leri “Allahû Ekber” nidalarıyla kahraman mücahit askerleri sayesinde, zaferden zafere koşmuşlardır…

Ki Viyana kıyılarına kadar at koşturarak İslam’a hizmet etmişler.

İslam’a inanan bir millet olmaktan daha fazlasıyla ümmet olma şerefine nail olmuşlar.

Zaten millet ve din kelime itibariyle her ne kadar ayrı ise de mana itibariyle gerçek manada “Allah’a kulluk” etmek anlamını taşıyor.

Dünden beri kullandığımız başlık gibi, fersah fersah bundan uzak kalan bir millet oluşmuş halimiz ise hazin bir hal içermektedir!.

Ki, Filistin’i yine İslam orduları almıştır.

Ki, Kudüs’ü fetheden Selahaddin-i Eyyubiler olmuştur.

* * *

İşte böylesine “İslam şuuruyla nurlanmış” gerçek bir tarihle kendine yaşam biçimlendiren bir toplum iken, birden bire tersi bir istikamete yönelir olduk…

O İslam gömleği değiştirildi…

Büyük tarihi Osmanlı Devleti “yok edilmek” üzere, I. Dünya Savaşına sokuldu..

Bir hiç uğruna..

Savaşın bizimle zerre-i miskal alakası olmamasına rağmen..

O dönemin hükümeti yani İttihat Terakki, olaydan iki sene evvelinde Çanakkale’de mağlup olan İngilizleri gizliden gizliye davet ederek İstanbul’u istila etti…

İstanbul’un göbeğine onları oturttular…

İşte kamuoyu bunu çok merak ediyor.

Ve ne yazık ki bu gerçekler, Milli Eğitim tarafından gençliğe enjekte edilmiyor.

Tarihin kirli ve yamuk gelişmeleri, hep saklı tutuluyor.

Ama olan da bu millete oluyor.

Ülkenin birliğine, dirliğine oluyor.

Bu anlamda başınızı fazla ağrıtmayalım.

Yeni Şafak Gazetesinin yazarlarından değerli dostum Yusuf Kaplan’ın bir önceki günkü yazısında, şu ifadeler dikkat çekiyordu…

Biz de, kamu vicdanı paralelinde, Kaplan’ın yazısından birkaç paragrafı aktarmak istiyoruz…

“Şunu hiçbir zaman aklınızın köşesinden çıkarmayacaksınız: ABD demek, Yahudi gücü, Yahudi hegemonyası demek.

Türkiye Ege’de, Kıbrıs’ta ve güney sınırımızda hem Irak’ta hem de Suriye’de ABD tarafından kuşatılıyor.

Aslan düştüğü yerden kalkar’dı. Ancak Türkiye’nin laikleri veya Batıcıları, Türkiye’nin İslâmî ruh köklerini inkâr etme, tarih bilincini yok etme girişimlerini fazla ciddiye aldılar!

Türkiye’nin medeniyet birikiminin reddedilecek, inkâr edilecek ya da reddedilince veya inkâr edilince kolayca unutulacak bir birikim olmadığını idrak edemeyecek kadar sığ, saplantılı, epistemik körleşme yaşayan bir entelijansiyaydı!

Türkiye ne olduğunu ama başına ne geldiğini hatırlayıp da medeniyet iddialarıyla donanmaya ve ona göre hareket etmeye başlayınca, Batılılar ürktüler! Ve Türkiye’nin yeniden gelişinin mutlaka durdurulması gerektiğine hükmettiler!

O yüzden kuşatılıyor Türkiye dört bir taraftan!”

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Deneyimli kalem sahibi dostumuz Sayın Kaplan’ın bu tespitlerine katılmamak mümkün değil. Gerçekten tarihi Osmanlı İslam devleti yıkılıp yok edildikten sonra Türkiye kendine ne yazık ki bir zemin bulamadı..

İstikrarlı bir rotayı bulamadı.

İstiklalini hiç yakalayamadı.

İllaki ABD’yle, İsrail Siyonistleriyle, AB’yle, Haçlı emperyalist ülkelerle işbirliğine geçerek NATO’ya bağlı kalmış olarak bugün ne yazık ki tam tersine her alanda yalnız kaldı.

ABD bir yandan Kuzey Suriye’yi PKK terör örgütüyle dolduruyor, eğitiyor, öğretiyor, silah tedarik ediyor.

Hani müttefiklik?

Hani NATO birliği?

Öbür taraftan Ege’de bulunan önemli adaları Yunana bağlı olarak görüp donanmasını kurduruyor..

Buralara, bol miktarda silah veriyor ve yunan da Türkiye’nin başına bir “Demokles’in Kılıcı” gibi sallanıyor.

Kıbrıs Rum Kesimine büyük çapta silah veriyor.

Türkiye ne yapıyor?

Ne yazık ki Türkiye mevcut çürümüş yüz yıldan beri darbeci vesayetçilerin Anayasasının hükümleriyle yönetiliyor.

Bir arpa boyu kadar da ilerleyemiyor.

Örneğin bu seçim sath-ı mailine giren Türkiye, sadece seçimlerin derdine düşen iktidar partisi ile muhalefet partileri arasındaki kavga, düellolaşma, ağır eleştiriler ve hakaretlerle karşı karşıya kalmakta olduğunu görüyoruz.

Sanki devletin, ülkenin hiçbir sorunu yokmuş gibi sadece sorun seçim ve iktidarlarmış.

Onu görüyoruz.

* * *

Dünkü yazımızda da değinmiştik.

Devletin yasama, yürütme ve yargı erklerine bakıldığında, nereye el atarsanız atın, inanın sevgili dostlar, elinizde kalıyor..

Vaziyet, insanın içini kanatıyor.

İnsanın beynine durgunluk veriyor.

O kadar halkın itimadını, güvenini kazanan önemli kurumlara gidildiğinde, elde edilen sonuçlar, bizi çok kirli şaibelerle karşı karşıya bırakmaktadır…

Beklediğinizi bulamadığınız gibi adeta hayal kırıklığına uğrar hale geliyorsunuz…

Bu bölgedeki siyaset, zaten rezalettir.

Ehliyetsiz insanlar tarafından ne yazık ki AK Parti gölgesinde siyaset yapılıyor ve her gün biraz daha halk AK Partiden uzak duruyor.

Elbette ki üzülüyoruz.

Yıllar yılı bu parti için emek verdik ve hala da vermeye çalışıyoruz.

Ama heyhat!

“Nereden nereye geldik?” diye düşünmemek elde değil.

Devletin önemli kurumlarındaki yetkili zevatın çalışma stili, hiç hukuki değil.

Demokratik derseniz, hiç değil.

Hele adaletin semtinden bile geçmiyor.

Nitekim iki hafta önce Adalet Bakanı Sayın Bozdağ’ın, özellikle adalet camiasına karşı veryansın etmesi de boşa değildi.

İki günden beri bir dava için iki tane dost avukat, o davada mağduru suçlu, saldırganı da suçlu gösterme gibi bir hal yaşatılırken, dava vekilleri hala da o dosyanın akıbetinden haber alamıyor.

Dava vekili; 1 seneden fazla iddianameyi hazırlamayan savcının kapısını çalıyor, savcı kaçamak yola gidiyor.

“Ben müsait değilim, misafirlerim var, kâtiple dosyada yazı yazıyoruz, sonra müsait bir zamanda Avukat Bey’i çağırırım” gibi çok şaibeli bahaneler üreten savcının tutumu, sıradan değil…

Buna gülelim mi ağlayalım mı?

Ne dersiniz?

Hele hele bir iş mahkemesinde bir hâkimin küçük bir dava için 12 tane şahidi dinlemesine ne dersiniz?!.

Ki o şahitlerden üçünün adını burada yazmaya gerek yok ama bilerek veya bilmeyerek ikişer defa dinlenmiş olması ve aynı zamanda aynı tanıkların davalı tarafla husumetli olması, adalete bir gülünçlük getirmez de ne getirir?!

Tabi bunu hukukçular ispat etmişler ve gerekirse aynı dosyaların bünyesindeki olup bitenleri Adalet bakanlığına bildirmek üzere kamuoyuna deşifre edileceklerini de söylüyorlar.

Bunlar gerçekten ülkemiz insanlarının yüreğini acıtıyor.

Kutsal kamu kurum ve kuruluşlarının, böylesine töhmet altına girmesi kabul edilemezdir…

Mevcut hale karşı şaibeler oldukça çoğalıyor.

En derin saygı ve sevgilerimle.