GÖZÜNÜN ÜZERİNDE KAŞIN VAR?! (II)

Eee, hak, hukuk, adalet ve milli irade teşekkül etmeyince, keyfiyetler hâsıl olur… Ki yaşadığımız çağ, üstünlüğü takvada değil, “vesayette” görmektedir.. Kangrenleşen memleket meselelerinin çözümsüz kalması ve hızla üreme göstermesindeki en büyük etken de; “ehil ve liyakatten” yoksun bir mekanizmanın işler olmasıdır… Çünkü, ne millidir, ne yerlidir ve ne de milletin inancı paralelinde işlev görendir! Nitekim hal böyle olduğunda dert bir değil, bin olmaktadır…

***

İşte bu noktadan hareketle, dünkü sohbetimizin ana çizgileri paralelinde yola çıkmak istiyorum… Önceki yazımızda, önemli ve kritik bazı konuları irdeleyerek, sizlerle paylaşmıştık.. Dile getirirken de her zamanki gibi şunu ifade etmiştik… Mevzu ettiklerimiz benim, onun, şunun, Ali’nin, Veli’nin Ahmet’in veya Mehmet’in “kişisel” meselesi değil; “memleket meseleleridir..” Şiar noktamız; Devleti ve Milleti ilgilendiren “ciddi” meseleleri, önemli hadiseleri, sorgulayarak buraya aktarıyoruz!

***

Keyfiyet diyoruz ya! Eğer kurumu idare eden zat-ı muhterem her kim olursa olsun; “keyfilikle” yola çıkıyorsa ve devletin imkanlarını bu minvalde kötüye kullanıyorsa, burada sorgulanacak iki önemli nokta var! Ya kişisel menfaat teminine ilişkin “rant” beklentisi vardır.. Veya da; “siyasi ve ideolojik” bir takıntı ve ego üstünlüğü vardır.. Maalesef, son dönemlerde siyasette ve devlet mekanizmasında toplumun en çok muzdarip olduğu meselelerin başında gelmektedir…

***

Ki bu hal-i vaziyetin en büyük tahribatı ise; devlet ile milleti karşı karşıya getirmesidir.. Hem iktidar, hem devlet, hem de yasal mevzuatları “zan altında” bıraktığı gibi; kötülükleri körüklemektedir.. İçten pazarlıklı bir şekilde, “ağacın kurdu, ağacın içerisinde olunca” misali yok edicidir…

***

Devletin hiçbir kurumu, kuruluşu, makam ve mevkisi “kişilerin” çiftliği olmadığı gibi, babalarının da malı değildir.. Çünkü o makamlara atanan yetkililer, devlet mekanizmasının işleyişi noktasında “yetkilidir?”.. Ki bu yetki, sosyal devletin gereğinin yerine getirilmesine binaendir… O makama oturan, yetkili olan, görev ve sorumluluk verilen kişi, sosyal devletin gereği olarak; vatandaşlar arasında eşitlik, kardeşlik ve çalışma hürriyetini sağlamakla mükelleftir…

***

Herkes belirlenen çizgide, devletin vermiş olduğu yasalara saygılı olmak zorundadır… Kimsenin bir başkasının hakkına tecavüz etme hakkı yoktur.. Kimseyi de kimsenin boyunduruğu altına sokma salahiyetine de sahip değildir.. Devleti temsilen hukukun üstünlüğü paralelinde hareket etmesi gerekir… Ki bu da devletin sosyal bir hukuk devleti olduğu gerçeğinin ispatıdır…

***

Eğer yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi gelen giden iktidarlar, oy pahasına, hem de temiz veyahut kirli oy olarak seçmeden, sadece “bana oy gelsin de benim siyasi geleceğim garantiye bağlansın da Ali ağa, Veli ağa ne yapıyorsa yanına kâr kalsın” diye göz yumarak yola çıkıyorsa, o devlet hiçbir yere varamaz… Kendini benlik sahibi olarak da göremez.. O devlet, sosyal bir hukuk devleti olma imkânına sahip de olamaz.

***

 

Görevini kendine “namus, şeref ve izzet” olarak telakki eden devlet memurları, kilit noktalara getirilmelidir.. Devletin, iktidarların, yetkililerin temel felsefelerinden birisi olmalıdır.. Helalini helal olarak, haramını da haram olarak bilen devlet adamları geldikleri makamlarda, mahiyetindeki çalışan alt tabakadaki memurlar da aynı seviyede, aynı paralelde, görev ifa eder.. Kusursuz, yansız ve rantsız olarak, görevini şerefiyle yerine getirmiş olur…

***

Hiç tartışmasız ki, bu şerefe nail olan o devlet memuruna herkesin saygı gösterir.. Makam ve mevki de, şerefle yâd edilir…  Her zaman söylüyoruz, yazıyoruz, kamuoyunu aydınlatıyoruz.  Gerçekten eğer bu coğrafya yıllardan beri bünyesine sızdırılmış, barındırılmış çatlak seslerin varlığı, çatlak beyinlerin ve çatlak vicdanların bulunması söz konusuysa, bilinmesi gerekin tümüyle devlet tarafından sahipsiz ve eğitimsiz bırakılmış insanların varlığından kaynaklıdır…

***

Zira Türkiye Cumhuriyeti hudutları içerisinde bulunan, doğulusuyla, batılısıyla, Türk’üyle, Kürdüyle, Arabıyla, Acemiyle, her ne olursa olsun, tek bir inançla, tek bir misyonla, tek bir izanla, tek bir gayretle, Allah’ın tek bir Allah olduğunu bilerek, hareket etmesi gerekir. Ki ekseriyeti de hareket ediyor.. İşte bu noktada bizim beklentimiz ve isteğimiz ki bölge insanın da temel isteğidir…

***

Allah’ın yasakladığı haram şeylere tenezzül etmeyen, meşru kıldığı helal şeyleri de millete götürme şerefine nail olma görevini hisseden memurların, bu coğrafyaya yerleştirilmesini ve görevlendirilmesini istiyoruz!. Çünkü, devletle halk arasında ana bir köprü olma şiarıyla hareket ederler.. Tıpkı vuslat köprüsü gibi görev ifa ederler… Ama bugüne kadar, ne yazık ki bunlara rastlanmamıştır.  Ve bundan böyle de rastlamaya da pek niyeti yoktur.

***

Bakınız, Üstad Bediüzzaman hazretleri 110 sene evvel “Münazarat” isimli kitabında şöyle bir vecizeyle insanları uyarmıştır.

“Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir.

Vicdanın ve aklın aydınlatılması dini ilimlerle olabilir.

Yani dine dayalı kültürle olabilir.

Aklın nuru ise fünun-u medeniyedir.

Medeniyetin, çağdaşlığın meydana gelen teknolojisi insanların aklının nurudur, aydınlatıcısıdır.

İkisinin imtizacıyla (bir araya gelmesiyle) hakikat tecelli eder.

İki cenah ile talebenin himmeti iradesini pervaz eder (donatır).

İftirak ettikleri zaman, yani ulum-i diniye ile fünun-u medeniye birbirinden ayrı düşerse birincisinde kör taassup (sadece dini ilimlerle yetinen kör bir taassup) oluşur, ikincisinde ise hileli kazanç, mekir ve entrikalı oyunlarla haram parayı cebine indirmeye gayret eder.”

* * *

Bu itibarla bu coğrafyaya gönderilecek devlet adamlarının cüzdanlarına değil, vicdanlarına danışmalıdır.. Dini ilimlerle vicdanını aydınlatılmış insanlar olması gerekir… Teknoloji ve çağdaş medeniyetle donatılmış, hileli yollarla kazancını elde etmeye çalışanlar değil, teknolojinin ona verdiği kültürle para kazanmaya çalışan insanlar bu memlekete lazımdır.

Aksi takdirde bu ülke insanı iki yakasını bir araya getiremediği ve getiremeyeceği gibi devletle halk da hiçbir zaman “imtizaç” sağlayamaz, barışık olamaz.

Biz bunları niye söyledik?

Dünkü sohbetimizin ana çizgisi teşkil eden; bazı trafik polislerinin çalışan vatandaşların üzerine devletin imkânlarını şahsi çıkar ve arzuları paralelinde görevlerini kötüye kullanmalarından söz etmiştik…

İnsanlara zulüm ediliyor…

Nitekim bu mevzunun detaylı bilgisi bugünkü Diyarbakır Söz Gazetesinin manşet haberinde, yer almaktadır..

Mağdur olan Murat Toprak isimli şoför sigortalı olarak çalıştığı şirketin kendisine tevdi ettiği araçla çalışan sigortalı elemanları taşımakla görevliyken, trafik polisi önünü kesiyor..

Önce ehliyetini alıyor, sonra arabanın ruhsatını alıyor ve “sen insanları taşıyamazsın, bu özel araçtır, arabayı bağlıyorum, sana da 9 bin lira ceza kesiyorum” diyor…

Bu nasıl bir keyfiyet…

Gerçekten anlamak zor…

* * *

Sormak istiyorum..

Gerçekten ya trafik polisi tam manasıyla eğitilmiyor, mevzuatlardan, yasalardan habersiz!.

Veya da kişisel rant ağır basıyor.

“Ben nasıl zengin olurum” gibi batıl bir düşüncesiyle devletin verdiği imkânı vatandaşın üzerine kötüye kullanma icazetini kendinde buluyor.

Veya da suçlu olmadığı halde vatandaşa suç ihdas ederek mağdur ediyor.

İş çevrelerini işinden alıkoyuyor.

Eğer gerçek manada bu tür görevliler vicdanlarına danışırlarsa “Vicdanın ziyası, aydınlığı, iman meselesiyle donatılırsa” o görevli memur hiçbir zaman vatandaşını mağdur etmez.

Hatası varsa ikaz eder veyahut da ufak tefek kusurları dile getirerek bir daha yapmaması kaydıyla ceza yazar..

Ama hayır!

Adamın arabasında suç unsuru bulunmadığı halde suç ihdas etmek en büyük suçtur, en büyük günahtır.

Ve devleti millete karşı küçük düşürmektir.

Peki, bu yalnız mıdır?

Hayır.

Sağlık dünyasına bakacağız.

İki yıllık Pandemi döneminde bu uyduruk kovid-19 hastalığıyla ortaya çıkarılan ve satılan haddi hesabı olmayan miktarlarla ceplerine indirilen emperyalist ülkelerin bu senaryosuyla İslam dünyası da ona müptela olup uymak zorunda kaldı.

Sonuç itibariyle bunun temelinde yatan, bu hastalığı ölümcül hastalık haline getirip dünyaya aşı satmak şeklinin yaşanması gibi haller.

Bizim Türkiye’nin de Sağlık Bakanı, nerdeyse Sağlık elemanlarını hele hele doktorlarını arş-ı alaya çıkararak methu senasını yapa yapa bitiremez hale geldi.

Oysaki çok yakından bildiğimiz ve adeta suçüstü yakaladığımız özellikle Diyarbakır’ımızdaki Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi bünyesinde yıllardan beri verilen sahte ve uyduruk raporlar vasıtasıyla mekir ve hileli işlerle meşgul olan kişilere danışıklı şekilde raporlar tanzim ederek hem devletten para koparıyor olmaları, hem de işverenleri de mağdur ederek “iş yapabilme gücünden düşürme” halini yaşatmaktadır.

Ne ile?

Sahte raporlarla.

Bu durum ayyuka çıkmıştır.

Elimizde doneler mevcuttur.

En önemlisi de, Ergani Devlet Hastanesinde, özellikle üç doktorun verdikleri raporlar.

İsimlerini şimdilik buradan zikretmiyorum..

Ama yeri ve zamanı gelince deklare ederim..

Öylesine sahte raporlar veriyorlar ki akla ziyan…

Adamlar hiç özürlü olmadığı halde malul olmadığı halde her iki ayda bir heyet raporu tanzim edip o sahtekâr, üçkâğıtçı, namussuz anlayışa sahip insanlara kötü zemin hazırlıyorlar.

Bunların hepsi devletin ve iktidarın yanlış yamalarıdır.

Her ne kadar iktidar kendini bunlarla yamalamaya çalışıyorsa, ayıp ve kusurunu kapatmaya çalışıyorsa da bize göre heyhat!

Bu tür işler devam ettiği müddetçe bu devlet, bu milletle barış sağlayamaz.

Yalnız bu değil ki?

Daha çok şeyler var.

Hele hele siyasetin, hele hele iktidar partisinin il teşkilatı bünyesinde yapılan çok kirli şaibeler ayyuka çıkmıştır.

AK Parti, önümüzdeki seçimlerde halkın teveccühünü kazanmak için halkla iç içe olma şansını yakalamak istiyorsa, özellikle şu il teşkilatını ve başındaki zevatı derhal değiştirmeleri lazım.

Çünkü çok kirli şaibeler var.

İnsanları çok küçük düşüren isnatlar var.

Ve bunlar belgelidir, görüntülüdür.

Ama iktidar partiyi zor duruma düşürmemek için şimdilik biz bunları deşifre etmek istemiyoruz.

En derin saygı ve sevgilerimle.