GÜDÜMLÜ SİYASET, SİYASET DEĞİLDİR!!

Evet, sevgili okurlar.
Yeni haftanız hayırlı olsun.
Herkese uğur ve bereket getirsin.
Kazasız, belasız, gözyaşları dökülmeden kansız ve korkusuz bir hafta dileğiyle… 
Yeni versiyonlarla, yeni konularla, yeni oluşumlarla sizinle sohbetimiz devam edecek inşallah.
Bilindiği üzre hür demokratik, hukukun üstünlüğüne inanan bir devlet politikası, mutlaka ülkenin, toplumun yekvücut olarak ilkeli, disiplinli günlük hayat akışları içinde olup bitenlerin tümünü teminat altına almakla, mükelleftir.
Devletlerin varlığı da; bunların ikmaliyle söz konusu olabilir.
Güvencesiz, teminatsız, güvenirliğini yitiren kozmopolit sistemler, hiçbir zaman demokratik olamazlar…
İnsan temel hak ve özgürlüğünden de dem vuramazlar.
Zira gerçekleşen politika güdümlü bir politika olur.
Hiç kuşkusuz ki siyaset vesayet altında olunca, iktidarlar bağımsız olarak milli iradeyi net bir biçimde temsil edemeyince, bize göre o siyaset, siyaset olamaz.
Hele hele o alanda politikanın değişik yüzleri, hiçbir zaman ülkedeki kamu düzenini sağlayamaz.
* * *
İşte hali âlem meydanda…
31 Mart 2015’te Çağlayan Adliyesi’nde şehit edilen masum bir Cumhuriyet Savcısının dramı…
Aslında bu dram; Türkiye’deki olup bitenlerin tümünü ele veriyor.
Evet, o günden bu yana DHKP-C terör örgütüne yönelik büyük bir aktiflik içerisinde Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığının girişimleri ile büyük bir izanla operasyon üstüne operasyon yapılıyor. 
Bunca insanlar gözaltına alınıyor ve polisin elinde adliyenin içinde savcıyı şehit düşüren katil DHKP-C’liler hakkında açık ve net olarak slogan atılabiliyor.
Öbür yandan Almanya istihbaratı BND ajanı olan Stephan Shak Kacynski, DHKP-C’ye yönelik gerçekleştirilen operasyonlarda gözaltına alınmış.
Bülbül gibi ötmüş; “Baskılar bizi yıldıramaz” diye slogan atmış.
Alman ajanın emniyetteki işlemleri devam ettiği sırada da görevli polisleri, “Sıra size de gelecek” diyerek tehdit ettiği de ileri sürüldü.
Gerçekten Türk polisinin aktifliği inkâr edilemez.
Ama ne yazık ki önceden değil de olaylar meydana geldikten sonra aktif oluyorlar.
Devlet bünyesindeki aktif hareketlilik; yalnız poliste değil, devletin her kesiminde; olmalıdır. 
Ama olaylar yaşanmadan önce.
Lakin bu aktiflikleri iş işten geçtikten sonra gerçekleşiyor.
Zaten olan masum insanların canına oluyor, günahsız ailelere oluyor ve ülkenin tümüne huzursuzluk çöküyor.
Evet, niye önceden tedbir alınmıyor?
Keşke bu olaylar olmadan önce Milli İstihbarat Teşkilatı, Polis istihbarat birimleri, devletin diğer aktif sorumlu birimleri, herkes 24 saat teyakkuzda olmuş olsaydı.
Her zaman burada ifade etmeye çalıştığım gibi, 1950’lerden şimdiye kadar gelen giden iktidarlardan geneli olmasa da ekseriyet-i mutlaka içerisinde iktidarlar hep sağın ve muhafazakârların elinde olmuş.
“Davul onların boynunda, tokmak başkasının elinde” misaliyle hep böyle güdümlü siyaset yapılmıştır.
Askeri vesayet altında gününü gün etmişler, milleti kandırmak için ortaya çıkan ekip önce mücahit olarak çıkıyor, sonra müsait oluyor, sonra da müteahhit olunca, böyle acılar da kaçınılmaz oluyor.
Sol kesimde ise; solcu önce sosyalist olur, sonra sosyal olur, sonra da MOSSAD olur.
Tekrar ediyorum; 
İster sağ olsun, ister sol olsun, ister muhafazakâr olsun, ister İslamcı olsun, her ne olursa olsun, güdümlü siyaset yapıyorsa hiçbir zaman ciddi olamaz.
Vesayet altında korkarak politika uygulayan partiler, iktidarda da olsa muhalefette de olsa hiçbir zaman başarılı olamaz.
Tıpkı 27 Mayıs gibi, 12 Eylül gibi, 28 Şubat gibi.
Askeri vesayet güdümü altında yapılan siyasetler ayaklarına dolanmış ve o partinin o siyasetin sonu gelmiştir.
Ama olan millete oluyor, ülkeye oluyor.
* * *
İnanın, sevgili okurlar.
1960’lı, 1965’li yıllarda bugünkü Türkiye’nin bulunduğu manzara Suriye’de ve Irak’ta da iktidarda bulunan hükümetler hep muhafazakâr, dindar ve demokrat görünümlü hükümetlerdi.
Ancak kendilerini askeri vesayetlerden kurtaramıyorlardı.
Neden mi?
Zira onların hedefinde öncelikle dava değil rant vardı, riyakarlık söz konusuydu. 
Böyle olunca da ömürleri buna yetmedi.
Ve nihayetinde ihtilal üstüne ihtilaller yaşandı.
İşte o iki komşu devletin bugünkü hali orta yerde.
Keza Afganistan da öyleydi.
* * *
Bu itibarladır ki çağımızın cihan âllamesi, büyük Üstat Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerinin siyasetle ilgili şu iki vecizesini hep aklımda tutuyorum.
“Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyasetti” 
Yani; “Ben şeytanın şerrinden Allah’a sığındığım gibi, güdümlü siyasetten de o kadar Allah’a sığınırım”
Zira vesayet altında siyaset yapan hükümetler ancak kendi kendini teselli ederler.
Halka ve ülkeye ne yazık ki bugüne kadar kimse bir şey verememiştir.
Yine Üstat Bediüzzaman diyor ki;
“Menfaate, çıkara dayalı siyaset yırtıcı bir canavar gibidir.
Önce yırtar, parçalar ve sonra yutar.
Döner bu kez, diş ve tırnaklarının kirasını ister”
Bu nedenledir ki tekrar ediyorum Bediüzzaman diyor ki;
“Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyasetti” 
Ben şeytanın şerrinden kurtulmak için Allah’a sığındığım gibi güdümlü siyasetten de Allah’a sığınıyorum.
* * *
Evet, sevgili okurlar.
Manzara gerçekten çok kötü.
Hiç de iç açıcı değil.
Hedef belli, meydan belli.
Devleti ciğerinden vurup geçen okların nereden geldikleri de belli.
Kaynak da belli.
Ama ne yazık ki güdümlü siyaset, vesayetli politika tüm bunları bile bile görmezlikten geliyor.
Evet.
Buradan kamuoyu olarak diyoruz ki Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ne roller oynuyor?
Keza altı oklu CHP’nin kahraman anlayışları (!) nerede rol alıyor ve kimlerle diyalog içerisinde?
Yani sanki hükümet, iktidar bunları bilmiyor mu?
DHKP-C’nin hangi kaynaktan ve nasıl beslendiğini hükümet bilmiyor mu?
Bizden çok daha iyi biliyorlar da işlerine gelmiyor.
Veyahut da güdümlü siyaset olarak görmezlikten mi geliniyor.
Bunu ancak kamuoyunun yorumuna bırakıyoruz.
* * *
Yalnız siz değerli okurlarımıza buradan çok önemli tarihi bir olayı anlatmadan geçmek istemiyorum.
Malumunuz üzre İslam’dan önce, yani Hz. Muhammed (s.a.v)’in bi’setinden önce Arap Yarımadasında özellikle Mekke’de, Habeşistan’da çok büyük cahiliye devri yaşanıyordu.
Tıpkı bugünkü İslam dünyasının içinde bulunduğu durum gibi…
Günümüzdeki Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı baskıcı terör örgütlerinin varlığı gibi. 
Evet.
O dönem cahiliye dönemiydi.
İslamiyet yoktu.
Kabileler arasında süre gelen çok büyük savaşlar söz konusuydu.
Her gün ansızın anarşi ortamında büyük insanlar can kaybına uğruyordu.
Ne can ne de mal güvenliği söz konusuydu.
Güçlü olanlar, güçsüz olanlara karşı büyük zulüm yapıyordu.
İnim inim inleyen mazlumların yardımına giden kimse de olmuyordu.
Ve zulmü önlemek de zaten kimsenin aklından geçmiyordu.
Hani diyorlar ya; “Kim kime dum duma”
İslam’dan evvel cahiliye devrinde Araplar arasında cinayetlerin, kanlı çarpışmaların, şiddet olaylarının, hırsızlık, yolsuzlukların, kan davalarının ardı arkası kesilmiyordu.
Kalplerde şefkat ve merhametin zerresi yoktu.
Sosyal hayat içerisinde hak, hukuk kavramları yaşanmıyordu.
Yıl boyunca hep bu kanlı mezalimler yaşanıyordu.
Ancak dört kutsal ay olan Zulkaide, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında savaşmıyorlardı.
O insanlar çaresizlik içerisinde kalınca kurtuluş çaresi arayan kabileler arasında “Hılful Fudul Cemiyeti” kuruldu. 
Yani “Erdemliler Dayanışması”
580’li yıllarda kuruldu bu cemiyet.
Bu Erdemliler Dayanışma Cemiyeti içinde zaman zaman Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) de bulunuyordu.
Ve nihayet bi’set devri gelinceye kadar, bu erdemliler ittifakı büyük çapta bu kanlı mezalimi önlediler. 
Ama o dönemde cahiliye olmakla beraber, iyi insanlar arasında da samimiyet söz konusuydu.
Aldatma, kandırma yoktu.
Bu cemiyet oluştuğu zaman Efendimiz (s.a.v) 10 yaşındaydı.
Bu anlaşma 20 yıl devam etti. 
Efendimiz (s.a.v) 20 yaşına geldiğinde, cemiyete katılmaya başladı.
Efendimizin, tavsiyelerine inanıyor ve güveniyorlardı.
Genç yaşta olduğu halde…
Ancak ne var ki bu samimi anlaşmaya Erdemliler İttifakı denildi.
Ne yazık ki bugünkü Türkiye dâhil olmak üzere tüm İslam ülkelerinde, adı Müslüman ise de İslam’ın varlığı içinde söz konusu olmadığı için, mutlak azgın bir cahiliye yaşantısıyla karşı karşıya kalınmaktadır.
Çünkü cahiliye olmasa İslam’da katil yok, cinayet yok, kan dökme yok.
Olduğu zaman da yapanlar için derhal gereken ders veriliyor ve yapılanlar kimsenin yanında kar kalmıyordu.
Zira sahteci bir demokrasiye inanma şekli İslam’da yoktur.
İslam’da Allah’tan korkan, insanlardan korkmayan temiz ruhluların varlığı söz konusudur.
İlke ve disiplinize edilmiş bir siyasetin varlığı söz konusudur.
Ama makyajlı muhafazakârlık, daha sonra devlet imkânlarını ele geçirdikten sonra yakınlarına, çevrelerine, rant temini için devlet imkânlarını kullanma gibi bir fırsat da yoktur.
Kötülükle, iyiliğin, münafıkla imanlının birbirinden ayırt edilmesi ancak İslam’da söz konusu olabilir.
Yoksa kozmopolit vesayet altında güdümlü demokrasi hiçbir zaman gerçekçilik payı yaşayamaz.
En derin saygı ve sevgilerimle.