HAK VE ADALET MİZANI NASIL OLMALI?! (II)

Evet, sevgili okurlar.

Bir önceki yazımıza kullanmış olduğumuz başlığı tekrar kullanarak, bir o kadar fazlasıyla “Barış Süreci” denilen konuyu yeniden kaleme almak istedik.

Zira “Barış Süreci” Türkiye ve hatta dünya için önem taşıyan hem de çok önem taşıyan bir konudur.

Ama bilindiği üzere, her ne olursa olsun tüm konuların ve mevzuatların temeli, dayanaklı hedeflere dayanmalıdır.

Önce sağlam malzeme ile sağlam zemin ve olaydan beklenen gaye.

İşte o gayeyi yakalayabilmek için, olayları sağlam bir zemine oturtturmak lazım, sağlam malzeme kullanmak lazım.

Bu malzeme maddi ve manevi gerçeklere dayanmalıdır.

Yoksa çürük malzeme ile kaygan ve batık bir zeminde hiçbir zaman bina inşa edilemez.

Eşyanın tabiatı gereğidir.

Suni (yapay) kandırmacalarla ne devletin ve ne de HDP’nin “Barış Süreci”ni gerçekçi temele dayandıramayacağı endişesindeyiz.

Barışın ana çizgisi, kapsamlı ülke yararına olmalıdır.

Özellikle Kürt halkının tarihi, dini inanç paralelinde olmalıdır.

Eğer bu barış, tarihten gelen Kürt halkının dini inanç gelenek ve görenek paralelinde olmazsa, yani Kürtlerin tarihi gelenek ve görenekleri arka plana atılırsa, rasgele kozmopolit ve anlamsız siyasetlerle Kürt halkı inandırılamaz.

Kan ve gözyaşları, silah ve faili meçhul cinayetler, tüm toplumun vazgeçilmez bir parçası durumuna düşer ki o da çok büyük bir tehlike arz eder.

* * *

Bir önceki yazımda da başlık olarak kullandığım “HAK VE ADALET MİZANI NASIL OLMALI?!” ifadesi paralelinde adaletin, hukukun, demokrasinin, gerçek haritası, ana planı ve adalet terazisi  yüce Kur’an-ı Kerim’in “En’âm” suresinin 153. ve 159. ayeti ile “Enfâl” suresinin 46. ayetlerinin üstün ve yüksek mealleriyle yola çıkarak canla, ruh-i derinliklerle okuyarak ve dinleyerek adım atılmazsa, o barış hiçbir zaman barış olamaz.

Kandırmaca olur.

O “Barış Süreci” hiçbir zaman yerinde kullanılmış olamaz.

Zira ortada bir gerçek var.

“Denenmiş, denenmez” misali devletin bugünkü bağlı bulunduğu antidemokratik bir hukuk sistemiyle adım atılırsa, hiçbir zaman barışlar topluma ümit kazandıramaz, aydınlık da veremez.

Tam tersine gittikçe toplumu zifiri karanlığa ittirir.

Evet, önceki yazımızda da yüce kitabımızın “Şûra” süresinin 17. ayeti ile “Hadid” suresinin 25. ayetinin yüce meallerini size şöyle aktarmıştık;

“Şûra” suresi 17. ayet;

“O Allah, Kitab'ı hakk ile (denge ve düzeni adalet teraziyle) indirmiştir. Ne bilirsin, belki o Kıyâmet'in kopuş saati yakındır”

“Hadid” suresi 25. ayeti ise;

“Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik”

Bir önceki yazımızın ana çizgisi bu ayetlerin ışığı altında idi.

* * *

Bugün de “En’âm” suresinin 153 ve 159. ayeti ve “Enfâl” suresinin 46. ayetinin yüce meallerini siz değerli okurlarımızla paylaşmak istiyorum.

Bakınız sevgili okurlar.

O yüce İslam Peygamberi, Kur’an diliyle insanlara seslenerek şöyle uyarıyor;

“En’âm” suresi 153. ayet;

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti”

“En’âm” suresi 159. ayet;

“Dinlerini parça-parça, bölüp bölük-bölük fırkalara ayrılanlarla hiçbir ilgin olamaz ve şüphe yok ki onların bu hareketlerini Allah soracaktır ancak ve sonra da işledikleri işleri haber verecektir onlara”

“Enfâl” suresinin 46. ayeti ise;

“Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir”

İşte yeryüzündeki tüm barışlar, özellikle İslam dünyasının içindeki barışlar bu ilahi gerçek mizanında (terazisinde) gerçekleşebilir.

Aksi takdirde her şey sonuçsuz kalır, su üzerinde yürüyen, içi boş olan kabarcık balonlarının durumuna düşer ki hemen patlar, yok olur.

Unutmayalım ki Türkiye’nin ve hatta tüm İslam dünyasının bugün bu hale düşmesi, ümmetin bağlı bulunduğu yüce kitabın âli ve üstün uyarıcı mesajlarıyla ters düşmesinden dolayıdır.

Tarih boyunca, yeryüzünde hâkimiyetini sürdüren bir İslam gerçeği, ne yazık ki kendi bünyesinde İslam’ın ilk dönemlerinden günümüze kadar batı dünyasının en emperyalist ve en korkunç tehlikeli bir devlet olan İngiliz devleti ile Yahudi ırkının ajanlarıyla karşı karşıya gelmiş.

Ve en büyük tehlike; bu her iki devletin gizli, derin çalışmalarıyla İslam dünyası birbirine karışmış, iç savaşlar olmuş, Osmanlı ve Hindistan gibi büyük iki İslam devleti yeryüzünden silinmiş gitmiş.

Bu her iki devletin ilave olarak yetiştirdiği ABD’nin varlığı söz konusudur.

Ne yazık ki İslam dünyası bu şeytan üçgeni devletlerinin hegemonyasından kendini kurtaramıyor.

Bu da bir gerçektir ki Abdullah İbni Sebe’ler gibi İslam’ın ilk gününden beri gizli ve hain planlarını gerçekleştirmişlerdir.

Ve İslam birliğini yok etmiştir.

Abdullah İbni Sebe’nin daha dik ve daha güçlü nice Yahudi güçleri vardır ki İslam dünyasını çalkalayıp duruyor.

Tüm bunlara rağmen, İslam dünyasının bölük pörçük hale gelmesi ve devletçiklere bölünmesi ve bu devletçiklerin başına da geçen sorumlu yöneticilerin önemli bir kesimi kesinlikle Yahudi ve İngiliz talimatları doğrultusunda adım atmaktan kendini kurtaramıyorlar.

“İtirafat’ül Casus-ül İngiliziyyi” (İngiliz Casusun İtirafları) isimli bir kitapçık elime geçti.

Her ne kadar Arapça diliyle yazılmış ise de Türkçe’ye çevirirsek, bu kitabın mukaddimesinde şöyle ifadeler geçiyor;

“İslam’ın en büyük düşmanı Yahudi ve Müşriklerdir.

Zira bunu kanıtlayan yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in “Mâide” suresinin 82. ayeti mealen şöyle buyuruyor;

‘İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın’

Bu ayetlerin yüce meali bin dört yüz seneden bugüne kadar İslam ümmeti arasındaki tüm olup bitenlerin özetle anlatılmış bir mesajıdır.

İslam’ı temelinden yıkması için önce dahilden (içten) başlatılmıştır.

Bu senaryonun baş senaristi de Yemenli Yahudi asıllı Abdullah İbni Sebe’dir.

İlk olarak İslam dünyasının arasına Şiacılık, Mezhepçilik, Tefrikacılık tohumunu o atmıştır.

Ehl-i sünnete karşı gittikçe güçlenen bu tür mezhepçilik anlayışları oldukça revaç görmüş ve ilerlemiştir”

* * *

Şu halde bize göre bugünkü iktidarın yapabileceği iş, çok sağlam zemin üzerine “Barış Süreci”nin temelini atmasıdır.

Bu temelin gerçekleşmesi de Adalet Bakanlığının insan temel hak ve özgürlüğüne dayalı, hukuk ve adaletin ruhuna yakışır bir şekilde Yargının içinden “çifte standart” uygulamaların kaldırmasıyla ilgilidir.

Gerçek manada adl-i ilahiye dayalı adalet terazisinin eşit tutması ve Yargı erkinin kararları Yahudi devletinin yaptığı gibi güçlü ve elit tabaka için uygulanmamalıdır.

Krala ne uygulanıyorsa gedaya da aynısı uygulanmalıdır.

Adaletin terazi kefesi eğri tartarsa, o devletin sonu sağlam temeller üzerinde değil demektir.

Gerçekten hukuk ve adaletin uygulanması, başta ifade etmeye çalıştığımız yüce kitabımızın mesajı peşinde göstermiş olduğu aydınlatıcı hükümleri doğrultusunda olmalıdır.

Yoksa son Osmanlı döneminin yıldız sarayındaki Sokrat ve Eflatun (!) danışmanların paralelinde olmamalıdır.

Bu iş, ne solcu, Marksist HDP’nin görüşünün ağır baskısıyla ve hükümetin içi boş olan adaletsiz demokrasinin kavramlarıyla bir yere gidemez.

Gerçekten Kürt milletiyle Türk milletinin tarihi İslam inancı bağlılığını göz önüne alarak bu “Barış Süreci” sağlanmalıdır.

Ve balyozcu generaller nasıl serbest bırakıldıysa, aynı uygulama Abdullah Öcalan’a da, Salih Mirzabeyoğlu’na da keza yıllardan beri geçmiş DGM’lerin yanlış baskılarıyla, yanlış adalet uygulamasıyla, mağdur olan herkes “Hak ihlali”ne tabi tutulmalı ve yeniden yargılanmak üzere tüm mağdur ve hasta olan insanlar cezaevlerinden serbest bırakılmalıdır ki barışın gerçek ruhu budur.

Güçlü bir barış, kardeşlik ve birlikten doğar.

En iyi dileklerimle, saygılar sunuyorum.