İÇ DÜŞMAN İLE DIŞ DÜŞMAN ARASINDAKİ FARK!? (VI)

Haftasonu molasından sonra, yeniden birlikteyiz.. Yazı serimiz devam ediyor.. Gerek, sohbet serimize başlık olarak kullandığımız ifade, gerekse de “satır arası” dile getirdiğimiz mevzular, bir bütünlük içerisinde “tarihsel” öneme sahiptir.. Günlük mevzuları da hasbi halimize aldığımızda, özünde “tarihsel bir geçmişi” mutlaka vardır..

***

“İç düşman ile dış düşman arasındaki fark” ifadesindeki ana tema, “tarafların verebileceği” hasara, yaratabileceği tehdit ve tehlikeye vakıf olabilmektir.. Boşuna söylenmiş bir söz değil; “ağacı kurutan, ağacın içindeki kurttur”.. Ki bir toplumu, milleti, devleti “tez elden çökerten, yıkan, bölen ve parçalayan” temel etken, dış düşmandan daha çok, “içteki münafık karakterli iç düşmanlardır”…

İşte bu hakikatın ışığında yola çıkarak, sizlerle paylaştığımız konular, dile getirdiğimiz kavramlar, anlamlıdır, geniş bir tanıma sahiptir.. Ama anlayan için.. Ki anlamayan için de, söylenmiş söz şudur; “anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna bile az…” Herkes anladığı kadarıyla, diyelim..

***

Doğa’nın kanunundan bir örnek verirsek. Denir ya; “Uyanmayan, çapalanmayan bir toprağın, bünyesinde tohumların yeşermesi, mümkün değil.. Her ne kadar “rahmet yağmuru yağarsa yağsın” bitkisel hayat taşımadığı ve ortamı oluşturulmadığı için, ürün vermez, yetişen bitki olmaz.. Olsa da yabani olur…

***

Biz de hayatı tanıma, tarihi öğrenme, yaşananlardan bir ders-i ibret çıkarma noktasında, “anlayan için” diyerek, söze hep giriyoruz.. Yoksa, anlamayan için, çok da söz sarf etmeye gerek yok.. Bir önceki yazımızın girişinde söze şöyle giriş yapmıştık… “Son yazımızda, münafıkların gerçek kimliklerini hiçbir zaman açığa vurmadıklarını söylemiştik.. Kimliklerini daima gizli tuttuklarına dikkat çekip, böylesi iç düşmanların ülkeye ve ümmete karşı, tarihten günümüze kadar büyük tahribat yaptığını vurgulamıştık..

Ve demiştik ki; bunlar birer “el hannastırlar..” 

Ki iç düşmanın, dış düşmandan daha muzır bir yaratık olduğu bilimsel ve akademik yönde tespit edilmiş bir gerçektir…  Hazin olan da şudur ki; dün olduğu gibi bugün bile “gizli kimlikli, iç düşman karakterli münafıklar” Türkiye’mizin her alanında kendine yer bulup, varlıklarına varlık katmaktadır..

Denir ya hal-i alem orta yerde kendini deşifre ediyor..

Çünkü nereye bakarsanız bakın, Türkiye’nin 7’den 70’ine kadar insanları, devleti ve milleti kemiren fareler gibi tahribatlarda bulunan münafıkları görüyorsunuz…

Bunlar birer kurtçukturlar..

Nitekim tarih boyu “ağacın kurdu ağacın içinde olmazsa ağaç çürümez” vecize sözü, kültürümüze mal olmuş bir beyandır…”

Aynen bu ifadeleri bugün yine sizinle paylaşmak istedik ve yazımıza güncellik karakterini taşıyan olaylarla devam ediyoruz.

***

Evet sevgili okurlar!

Konular çok, memleket meseleleri ise hayli detaylı cereyan ediyor…

Her gün toplum değişik olaylarla karşı karşıyadır.

Mezalim oldukça tüm hızıyla devam ediyor..

Toplum çok rahatsız…

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki iş adamları birçok yönüyle büyük ızdıraplar içerisinde ticari yaşamını her ne kadar sürdürmeye devam ediyorlarsa da, çok ağır şartlar altında; mağduriyetler yaşıyorlar..

Zincirleme yaşanan ve yaşatılan olayların silsilesini buraya sıralarsak ardı arkası kesilmez.

Ancak bir kaç olayı, satır başlarıyla gündemimize alırsak, bir çok mevzuya dair meramımızı anlatmış oluruz…

***

Malazgirt Meydan muharebesi…

Tarih, 26 Ağustos 1071.. Büyük İslam Selçuklu Devleti’nin başındaki komutan Sultan Muhammed Alpaslan.. 

Doğu Roma İmparatorluğu’nun iki yüz bin süvari askerinin karşısında, Alpaslan kırk bin askeriyle tarihi bir mücadele vererek, zafer elde etti.. Ki o zafer de, “Malazgirt Meydan Muharebesi” zaferi…

O Büyük İslam Selçuklu Devleti’nin baş komutanı olan o kahraman Sultan Alpaslan, 26 Ağustos 1071’de bu zaferi elde ederken, bununla yetinmedi.. Bu zaferden sonra gelen evlat ve ahbaplara bu yüksek İslam anlayışını iman noktai nazarında damarlarına enjekte etmenin, bayrağını dalgalandırdı..

Ondan sonra İmadüddin-i Zengi geldi.. O da, futuhat üstüne futuhat yaptı..

İran’ı, Şam’ı, Halep’i, Afganistan’ı, Pakistan’ı, her tarafa futuhatlar dağıtarak, Şam’a yerleşti..

Ki, Mahmud Nureddin-i Zengi ile Eyyubi Devleti’nin Başkomutanı Selahaddin-i Eyyubi, hiçbir şekilde ırkçılığa bakılmadan, Kürtçülüğe, Arapçılığa gitmeden, Büyük İslam Selçuklu Devleti adı altına mücadele etti.. Nitekim, Başkomutan Selahaddin-i Eyyubi komutasında İslam ordusu, Filistin'i fethetti, Kudüsü özgürlüğüne kavuşturdu…

Tüm bunları tebrik ederken, tarih boyu bu gurur içinde yaşayan İslam ümmetinin şiarı ne yazık ki, günümüzdeki Müslüman ülkelerinde pek kabil değil..

Çünkü, İslam dışı yaptıkları orta yerde..

Antidemokratik hukukdışı icraatlar dahil..

Ki, kan ve gözyaşının dinmediği, sürekli aktığı bir coğrafyaya döndü, İslam ülkeleri…

İşte Ortadoğu’nun hali..

Özellikle Türkiye uzun yıllar, “benlik kaybına” uğratıldı…

Vesayetçi kanunlar, yasalar ve anayasal hükümler, Türkiye’yi İslam’dan uzaklaştırmanın, argümanları olarak kullanıldı..

Gelen-giden iktidarların yarattığı tahribatlar ve günümüze kadar gelen izler orta yerdedir..

Ama tüm bunlara rağmen; “Millet” hiçbir şekilde İslam şiarından, kendini ırak tutmadı..

Ki, günümüzdeki Türkiye’nin başında bulunan muhterem devlet başkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın da dik duruşuyla, bugün çok büyük merhaleler katledildiğini söyleyebiliriz..

Her sene 26 Ağustos 1071’deki Malazgirt Meydan Muharebesi’ni manen canlandırması, büyük öneme haizdir…

Nitekim, iki gün önce de, Erdoğan, büyük muzaffer komutan Alpaslan’ın ruhunu bir kez daha şad etti..

O tarihsel organizasyonda, Kur’an-ı kerim okuttu..

Türkiye’nin her kesiminden gelen yüz binlerce insan, omuz omuza vererek Cuma namazını kıldı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın okuduğu hutbe, bütün dünyaya duyuruldu…

Bu zaferi tebrik ediyoruz, kutluyoruz.

Sıra 30 Ağustos 1922’lerdeki Büyük Taarruz adını taşıyan Kurtuluş Savaşımızda, tarihi bir zaferdir..

Haçlı işgalci güçler, Türkiye topraklarından sökülüp; atıldı…

Denize döktürüldüler..

Büyük bir zaferdir; 30 Ağustos Zafer Bayramı..

Bayramı, tebrik ediyoruz, kutluyoruz.

Bu olayda kimin katkısı olmuşsa, o zaman daha Türk ordusu yoktu, Osmanlı Türk Silahlı Kuvvetlerinin başında bulunan komutanlar ve o komutanların başında bulunan Mustafa Kemal Atatürk’ün katkılarından dolayı elbette ki kamuoyu bunu kutlar ve tebrik eder.

Amma velakin, kamu vicdanını işgal eden, kamuoyunu düşündüren şu birkaç sorunun akla gelmemesi de mümkün değildir.

Bu büyük taarruz altında Anadoludan kovdurulan elin gavuru, yani dış düşman, başta Yunan olmak üzere, İngilizler, Fransızlar vs., arkalarına bakmadan bu ülkeden kaçtılar..

Büyük taarruzla, kovulup gittiler. 

Elbette ki bu zafer unutulmaz, tarihi zaferdir, böylesine zaferleri kutlamayan bir toplum, hiçbir şekilde büyük gafletten kendini kurtaramaz.. 

Amma velakin her nedense bu zaferden (!?) sonra, Türkiyede bir “kıyım” başladı…

Özellikle de, Kurtuluş Savaşındaki kahraman mücahitlerin başını çeken, bu milletin birer lideri durumunda olan din adamları, ulema kesimleri, başta Mehmet Akifler, Bediüzzaman Said Nursiler, İskilipli Atıf hocalar, daha haddi hesabı bilinmeyen insanlar, bir anda hasım görülmeye başlandı…

Düşman bellendiler…

Ve hepsi, Örfi İdare Divan-ı Harp mahkemelerinde bir bir yargılandı..

Kimi, tutuklandı..

Kimi idam sehpasına çekildi..

Kimi sürgünlere tabi tutuldu… 

Dile kolay, ülkeden düşman atılmış, ama Büyük zaferin mücahitleri adeta “o zaferi elde ettikleri için, cezalandırıldı?”…

Ki, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, yani 1924 -25- 26 – 28 ve 35’lere kadar İsmet İnönü’nün başbakanlığı altında ne oldu da o işgalci düşmanın hazırladığı tüm plan ve projeler, bir bir uygulanmaya başlandı.  

Sömürgeci emperyalist güçlerin nam-ı hesabına bu ülkenin ve milletin “lideri durumunda olan ulemalar, mücahitler, mollalar cezalandırıldı…

Ki bu haince girişimler 1960’lara kadar devam etti..

Bu tarihi sürece baktığınızda, devlet ile milletin bir türlü iki yakasını bir araya getiremediğini görebiliyoruz..

Bu süreç içerisinde ülke tek parti şeflik ve dipçik anlayışıyla yönetildi..

Acımasız bir şekilde, millet eziyetler yaşadı…

Hal bu iken, der demez insana söyletmiyor değil; “bunda büyük bir çelişki yok mu?

30 Ağustos 1922’de Dumlupınar’da yapılan büyük taarruzla kovulan o düşmanlarla seneler sonra der akad plan ve projelerinin Türkiye’ye uygulatılması o zaferi, o büyük taarruzdan meydana gelen zaferi, sorgulatmıyor mu?

Bir yalanın varlığını gündeme getirmiyor mu?

Bize göre, “kocaman bir yalanı” öne çıkarıyor..

Çünkü, 1923’te Lozan Zaferi adını taşıyan büyük Lozan Hezimeti gerçekleştirildi..

Hem de İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Gürzon ile İsmet İnönü arasında gerçekleşen bir Lozan İmzasıyla; sahada kazanılan, masada kaybettirildi…

Daha neler neler…

Ondan sonra Lord Gürzon’un plan ve projeleri bir bir Türkiye’de gerçekleştirildi.

Madem ki o büyük taarruz, o işgalci devletleri ülkeden kovan bu toplum mükafatlandırılması gerekirken, ne oldu da iki sene sonra tümüyle cezalandırılmaya başlandı?

İşte insan, der demez Türkiye’de bu tür olup biten gayri müstakim olan olayları sorguluyor ve unutulmaz tahribatlar olarak, tarihe not düşürüyor..

***

Evet sevgili okurlar!

Yukarda dedik ya olaylar silsilesi çok.

Hepsini burada, sıralayamayız.. Çünkü, ne yerimiz yeterli ne de sizin zamanımız var uzun uzadıya bu yazıyı, okumaya..

Neyse Diyarbakır’dan özet bir mevzuyla sohbetimizi sürdürelim…

Diyarbakır’daki bazı trafik polisleri “Gözünün üstünde kaşın var” misaliyle çalışan, istihdam yaratan iş çevrelerine çok büyük zulümlerde bulunuyorlar..

Keyfi bir uygulama söz konusu..

Acımasızca keyfi cezalar kesiyorlar..

Son dönemlerde, rastgele ticari ve gayri ticari araçların önü, adeta pusu kurularak kesiliyor..

Hem şoföre hem araca “ağır cezalar” kesiliyor…

Mevcut hal, adeta seçim sathı mailinde halkı iktidardan küstürmek için, yapılan gizli bir uygulama ve plan mı, dedirtiyor insana…

Onun için bir önceki yazımızda da aktarmıştık..

30 Haziran ile 1 Temmuz 2022 tarihleri arasında; Diyarbakır Söz Gazetesinde yayımlanan iki yazımızı sizinle paylaşacağımızı belirtmiştik…

Ancak, sohbetimiz çok fazla uzun olmasın diye, yazıdan birkaç satırını bugün sizinle paylaşacağız…

Ki devamını yarına bırakacağız…

Evet 30 Haziran 2022 tarihli yazımız şöyle:

“GÖZÜNÜN ÜZERİNDE KAŞIN VAR?!

Ne garip bir memleket olduk? Hak, hukuk, adalet, nizam hak getire?.. Büyük bir keyfiyet hâkim… “Ben bilmez merkez bilir” aklıyla hareket eden bir anlayış, söz konusu!.. İşte biz yıllar yılıdır; böylesi bir anlayışla mücadele ediyoruz.. Ve kaleme aldığımız her mevzu, “bireysel” olmamış, hep memleketin “milli” meselesi olmuştur.. Dün olduğu gibi bugün de imkân el verirse yarın da; ilkelerimizden taviz vermeden ülke insanımızın adına, yaşanan ve yaşatılanları “memleket meselesi” şiarıyla irdeleyip, sorgulayacağız.. Yani çıktığımız yolda, yürüyeceğiz ve yürümeye de devam edeceğiz!

***

Tek gaye ve hedefimiz vardır; o da “memleket meseleleri” diye ifade ettiğimiz sorunları çözüme kavuşturmak! Tabi bunu da demokrasinin, hukukun ilke ve prensipleri, üstünlüğü, adaletin gerçek ve hakkaniyet terazisinden geçirilerek, yapılmasını ister ve öncülük ederiz! Kamuoyu adına insanlarımızın haklarını aramak, uğradıkları mağduriyetin giderilmesi yönünde, ilgili ve yetkili birim ile kurumlar arasında köprü vazifesini yerine getirmektir… Temel misyonumuz da budur…”

Evet!

Birilerine ibret olsun diye o yazıları da yenileyeceğiz.

Unutmayalım ki bazı trafik polislerinin bu bölgede, bu coğrafyada, özellikle Diyarbakırımızda keyfiyete dayalı yaptıkları bu dayatma, hiçbir şekilde hukuksal değildir..

Açık ve aleni şekilde; antidemokratik bir zulmün örneğidir..

Hele hele son günlerde gelen yeni bir trafik şube müdürünün yol kontrollerine gönderdiği ekiplere şu mesajı vermesi bize göre devletin ayıbıdır, iktidarın bir ayıbıdır ve türk polisine yakışmayan bir keyfiyettir.

Duyduklarımıza göre, yeni gelen şube müdürü yol kontrolü yapan trafikçilere şu talimatı vermiştir: 

“30 (OTUZ) BÜYÜK CEZA KESMEDEN GÖREVDEN DÖNMEYECEKSİNİZ” 

İşte bu bize göre bi skandaldır, devletin skandalıdır..

İktidara, özellikle İçişleri Bakanı’na buradan seslenerek diyoruz ki böylesine bir memurun iş başında bırakılması, hele hele Diyarbakır’da değil ki bir gün, bir saat dahi kalmaması gerekir…

Memurlara ceza kesme dayatması, antidemokratik bir işlemdir…

Trafik şube Müdürünün böylesi bir hukuksuzluğa açık ve aleni şekilde; dayatmayla personellerini, zorlaması “görevi kötüye kullanmanın da” ötesine geçmektedir…

Acil ve ivedi şekilde; görevden el çektirilmesi gerekir..

Yeni Emniyet Müdürü sayın Fatih Kaya’nın da duruma vakıf olması noktasında, çağrımızdır..

Böylesi uygulamalar, çok yönlü olarak devlet ile millet arasındaki var olan ilişkileri zedeler… Onun için, bu müdürün iş başında kalması bir hukuk devletinin varlığına yakışmadığı gibi; büyük bir skandaldır.

En derin saygı ve sevgilerimle