İÇ DÜŞMAN İLE DIŞ DÜŞMAN ARASINDAKİ FARK!? (VIII)

Sohbet serimiz devam ediyor.. Bugün sekizinci gündeyiz.. Görünen o ki bir kaç gün daha devam edecek bu minvaldeki sizlerle olan hasbıhalimiz… Evet, mevzuların yarattığı olumsuzluklar herkesin malumudur.. Hele ki, tarihin “tarafgirane” tutumu noktasında “münafıkça” anlayışların söz sahipliği, 1.5 asırdır bu coğrafyayı vesayet altında tutmaktadır.. Ki bu vesayeti deşifre eden de sohbetlerimize başlık olarak kullandığımız “İç düşman ile dış düşman arasındaki fark” ifadesinin kapsamıdır…

***

Başlığımız anlam itibariyle derin ve kapsamlıdır… Her bir kelimesi, kitap dolusu “önem arz edici” vurgulara sahiptir.. Zira mevcut müesses nizam, 28 Şubatçıların, vesayetçilerin, darbecilerin bu millete yutturmak istediği bir sistemin, bir rejimin, yanlış ve darbeci bir anayasanın himayesinde, “milli iradenin” nasıl da tahakküm altında tutulduğu aşikârdır… Ki bu tahakküm bugüne özgü değildir.. Gerek Osmanlı’nın son dönemi ve gerekse Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, dış orijinli bir “komuta zinciriyle” hep varlığını idame etmiştir….

***

Bu tutum ve hareket, müesses nizamın diktası ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelik bölücü, şoven, faşizan hareketlerin her daim kendisine alan bulmasının önünü açmıştır.. İvme kazandırmıştır.. Bilakis koruyup, kollayan olarak varlıklarını sürdüre gelmesine, zemin yaratmıştır…  Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek, hatta biraz geriye dönersek, 20. Asrın sonlarına doğru Osmanlı imparatorluğunun içine sızdırılmış hıyanet şebekelerinin varlığı ve tahribatları inkâr edilemez.  Buna rağmen bu millet hala da ayaktadır. 

***

Özü itibariyle bütünlük içerisinde bin yıldan beri yaşayan bu toplum, şerefli bir tarihe sahiptir.  İzzetli, namuslu, dürüst bir kültür inancıyla bin yıllık süreç içerisinde mazisi temiz, hür ve bağımsız bir toplum olmaya çalışmıştır… Tek gaye ve hedef; İslam bayrağını dalgalandırmak olmuştur… Hele hele ki Selçuklu Büyük İslam Devletinin ordularından tutun da Osmanlı Büyük İslam Devletinin ordularına kadar.. Tarih sayfalarında, fütuhat üstüne fütuhatlar gerçekleştirdikleri yazılıdır… Emperyalist haçlı ve Siyonist güçlerle son safhaya kadar mücadele etmişlerdir… Zerre-i miskal taviz vermemişlerdir..

***

Bu şerefli mücadelenin bayraktarlığını yapan şeref ve izzete sahip ordular olmuştur. Ki öyle de anılmaktadırlar..  Bugün de Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın başkomutanlığı altında terörle mücadelede Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarısı takdire şayandır.. Ki kıyamete dek bu şerefli mücadele devam edecektir.   

* * *

Malumunuz üzre dün milletçe 30 Ağustos Zafer Bayramını kutladık. 

Elbette ki tarihimizin tespitlerine göre Ağustos ayı, Selçuklulardan tutun da günümüze dek hep zaferler ayı olmuştur.  30 Ağustos 1922’de gerçekleşen “büyük taarruzun” yeri apayrı bir yerdir. 

Ama özellikle üzerinde durmak istediğimiz ana konu şudur.. Başta Çanakkale savaşı olmak üzere, İngilizlerin İstanbul’u işgaline kadar ve hatta Yunanlıların İzmir işgaline, Fransızların Urfa işgaline kadar, Rusların Bitlis işgaline kadar… Tüm bu işgaller elbette ki rastgele olmadığı gibi, elini kolunu sallayarak gelen müstevlilerin başarılarına da dayanmamaktadır. Her bir işgalin; sırrı söz konusudur..

Şöyle ki, Osmanlı ordusunun bünyesinde dışarıdan zehirli gıdasını alan bazı devşirme paşaların varlığı, siyasilerin ve ittihat terakki partisinin mason olan büyük bölümünün yapmış olduğu haince davetiyeleri doğrultusunda bu coğrafya işgal edildi.. İşte o işgalciler, 30 Ağustos 1922’de Anadolu’dan, İstanbul’dan, her taraftan koparılarak, kovuldu, denize döktürüldü..

Peki, bu kahramanca destanı ve zaferi kimler elde etti?

Kimler cephede savaştı?

Elbette ki bu ülkenin “milli mücadele kahramanları” bu milletin bizatihi kendileri oldu..

7’den 70’ine birer mücahit oldular..

Onların sayesinde işgal güçleri bu topraklardan arındırıldı…

Ki yakın tarihin yazdıklarına göre Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kumandası altında milli mücadele kahramanları el ele vererek düşmanları bu ülkeden kovup denize döktü…

Bu zafer, tarihimize kazandırılmış bir şeref levhasıdır..

O büyük gazi mücahitlerimizi şerefle, şehitlerimizi de rahmetle anıyoruz.

Amma velâkin. 

Bu zaferden sonra, ne oldu da Türkiye’de “her şey tersine” dönmeye başladı?!

İki gün önce yazdığımız gibi, durup dururken insanın aklına şu sorular gelmiyor değil; “Milli Mücadelenin mücahit kahramanları” neden düşman bellendi, onlara karşı yönetim  neden “hasım” kesildi?!

Evet, 1922’de tüm Anadolu sathını işgal eden elin gavuru kovulmuş, denize dökülmüş olmasına rağmen, nasıl olur da o kovulan keferetül fecerelerin tüm plan ve projeleri yeni bir Türkiye’ye, yani Cumhuriyet Türkiye’sine kabul ettirildi, daha doğrusu yutturuldu?

Ve bunlar bir bir uygulandı…

Buna bir türlü insanın aklı ermiyor. 

Buna bir türlü cevap da bulamıyoruz. 

İzmir’de Ege Denizine dökülen Yunanın tüm haçlı anlayışı ne ise küfrün geçit verdiği ahlaksızlıklar ne ise bugün Türkiye milletinin 7’sinden 70’ine bulaşmış durumda. 

Ahlaki dejenerasyonlar son safhada. 

Ailevi çürümüşlük apayrı bir halde yürüyor. 

Milli Eğitim’de yapılan ders müfredatları ile yetişen gençlik başka bir yörüngede yürüyor. 

Ve buna da “laiklik” adı takıla gelmiştir… 

İncelediğimiz, gerçek yalan söylemeyen tarihin önemli tespitlerine dayanarak söylüyoruz. 

1914’teki I. Dünya Savaşına sokulan Osmanlı ordusunun baş mucidi ve İttihat Terakki Cemiyetinin hükmen manevi kurucusu olan Moiz Kohen’lerin ve daha doğrusu Selanik Yahudi dönmesi olan Yunus Nadi’lerin, İngiliz baş murahhası Lord Curzon’ların, o dönemde Osmanlıdan bazı kalıntılarla işbirliği yaparak başta Lozan Antlaşması olmak üzere bu plan ve projeler, bir bir hayata geçirilmiştir diye düşünüyoruz.

Ve ne hazindir ki bunun adına da “kurtuluş” denilmiştir…

CHP anlayışının bu oluşuma sahip çıkması, cumhuriyetten yani 1925’ten 1950’lere kadar o kurtuluş savaşını gerçekleştiren mücahitleri Divan-ı Harb-ı Örfi’de bir bir sorgulamış ve idam etmiş olması da insanlara bazı önemli tereddütlerin getirilmemesi mümkün değildir. 

* * *

Evet, sevgili okurlar. 

Bugünkü yazı serimizin devamını 1 Temmuz’daki Bölgedeki ve İlimizdeki bazı trafik memurlarının halka karşı yapmış olduğu yanlış uygulamalarla ilgili olarak yazılan “GÖZÜNÜN ÜZERİNDE KAŞIN VAR” başlıklı yazıyı bugünkü sohbetimize dercetmeyi düşünmüştük. 

Ancak, 30 Ağustos Zafer Bayramının araya girmesi nedeniyle bugünkü sohbetimize, o yazıyı alamıyoruz. 

Ama hayırlısıyla yarından itibaren bölgedeki bazı trafik polislerinin yaptığı yanlışları da göz ardı etmeden sizlerle paylaşmaya devam edeceğiz. 

* * *

Şimdi yeniden sadedimize gelelim. 

30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle bazı istismarcı medya kalemşorlarının yine Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gölgesine sığınarak, zırhına bürünerek halkı kışkırtmaya yönelik yazdıkları yazılara cevap olarak birkaç kelam edip yazımızı sonlandıralım. 

Şöyle ki; 

Dünkü SÖZCÜ Gazetesinde, gazete diyoruz ama paçavradan başka bir şey değil aslında. 

Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ ve Uğur Dündar’ın “Laiklik ile Kemalist” anlayışını istismar ederek yazdıkları bazı kirli yazıları buraya alıp cevap vermeden geçmek istemiyoruz. 

Başyazar Uğur Dündar’ın köşe yazısında şöyle yazıyor, hem de “26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’dan tarihi gerçekler” adı altında neşrediyor…

Diyor ki; 

“BÜYÜK TAARUZ HÜRRİYET VE BAĞIMSIZLIĞIN ÖLÜMSÜZ ABİDESİDİR”

Bu ifade çok güzel, katılıyoruz, katılmamak da mümkün değil. 

Devamla şöyle diyor; 

“Türk ordusunun taarruz planının temeli stratejik sürprizdi. 30 Ağustos 1922’de elde edilen zafer, tam bağımsızlığa giden yolun başlangıcı olmuştur.”

Buyurun, buna ağlayalım mı, gülelim mi?

Eğer 30 Ağustos 1922’deki taarruz sayesinde elde edilen zafer Türk milletinin ve ülkemizin tam bağımsızlığına giden yol olarak nitelendiren Emekli General Başbuğ, bunu düşünüyorsa…

Madalyonun bir de tersyüzüne bakmalıdır. 

Mademki bu taarruz büyük bir zafer olarak tarihe geçmiştir ki öyledir, inanıyoruz. 

Ama ne oluyor da o zaferin hemen akabinde Osmanlı imparatorluğunun temellükü altında bulunan Memalik-i İslamiye olan beş milyon beş yüz kilometrekarelik bir coğrafya birden bire 770 bin kilometrekarelere iniyor?

Bunun kaynağı nedir, sebebi nereden kaynaklanıyor?

Eğer aynı anlayışla yola çıkarsak ki çıkmak zorundayız. 

İsviçre’nin Lozan kentinde Lord Curzon ile İsmet İnönü arasındaki yapılan antlaşmada Kerkük, Musul, Erbil, daha doğrusu Kuzey Irak’ın tümü nasıl oluyor da İngilizlerin eline geçiyor?

Ki bu coğrafya Hilafet-i İslamiye’ye bağlı olan bir coğrafyaydı. 

Keza Suriye, Lübnan, ta Yemen’e kadar…

Fazla uzatmaya gerek yok. 

Bunların hepsi tamamıyla, bir çırpıda o işgalci devletlerin eline teslim edildi. 

Hem de bazı kurtarıcı kahramanların imzalarıyla(!)…

Ve buna da “Misak-ı Milli Hudutları” adı verildi. 

Buna gülelim mi ağlayalım mı?

Gerçekten yetkili ve etkili medyanın bazı kirli kalemşorlarından kamuoyu adına cevap bekliyoruz. 

* * *

Aynı gazetenin büyük puntolarla “LAİKLİK ADAM OLMAKTIR” başlıklı manşet haberine bakalım. 

“Ulu önder Atatürk, sadece savaşlarda değil, çağdaş ve laik bir ülke kurarak da büyük bir zafere imza attı. Laikliği Türkiye’nin genlerine işledi. Son günlerde bunu zedeleyenlere Atatürk’ün bu sözü yeter. Yani Laiklik adam olmak demektir.”

Bu sloganın cevabını da yarınki yazımızda göreceksiniz. 

En derin saygı ve sevgilerimle.