İSLAM DÜNYASI VE DEMOKRASİ!

Evet, sevgili okurlar.

Yaklaşık dokuz günden beri seri yazımıza başlık olarak kullandığımız “GÜNEYDOĞU’DA NELER OLUYOR NELER?!!” ifadesi gerçekten siz değerli okurlarımızca benimsenmiş bir başlıktı.

Günümüzdeki olup bitenleri, özellikle Doğu ve Güneydoğu’daki batıla, zorbalığa, dayatmaya dayalı insanlık dışı oluşumları gösteren ve değerlendirilerek analiz eden konu başlıklarını içeriyordu.

Bakınız, gerek iktidar tarafından olsun, gerek PKK veya HDP tarafından olsun, iki yıldan beri ortaya konulan "Barış Süreci’nde" herhangi bir insanın kanı dökülmedi.

Ama her nedense birden bire süreci ortadan kaldırmak için olaylar meydana gelmeye başladı.

6–7 Ekim olayları ve sonrasında Bingöl’de 2 Polis’in şahadeti, Yüksekova’daki 3 askerin şahadeti.

***

6–7 Ekim olaylarında bölgede adeta "katliam yapmak" üzere ayaklanma yaşandı.

Düşünün, mübarek Kurban Bayramı’nda 35 insanın kanı döküldü.

Özellikle Diyarbakır’da 12 kişi öldürüldü.

Hemen ardından Bingöl’deki 2 Polis’in şehit düşmesi.

PKK’nın ikide bir adam kaçırma hali.

Bir anda toplumu yeniden barış ümitsizliğine sürüklemiş oldu.

Yani gerginlik hâkim oldu. Huzur ve istikrar; kayba uğradı.

Tabi bu anlattıklarımız “Deveden kulak bile değil”.

Gizli ve açık olup bitenler ayrı.

Hükümet, bu tür olaylar karşısında deyim yerindeyse şaşkınlık içerisinde.

Keza toplum da, birden bire neye uğradığını şaşırdı.

Bu çözüm sürecini, çözümsüzlüğe sürükleyen HDP ve çevresi, İmralı’ya rağmen durup dururken bu yola girmesi akla şu soruyu getiriyor.

Acaba ABD’nin veya İsrail’in ülkeyi Ortadoğu’nun diğer İslam devletçiklerine döndürme pazarlığı mı?

Elbette ki, Türkiye’yi de o ülkelerin durumuna sokma projesi olduğu hiç kuşku götürmez gerçekler arasındadır.

Bundan yüzyıl önce İngiliz ve Fransızlar, I. Dünya Savaşı’ndan sonra mağlup düşen Osmanlı’nın topraklarını entrikalı oyunlarla elinden almıştı.

Misak-ı Milli hudutları adı altında Türkiye’den ayırmak üzere Memalik-i İslamiye denilen İslam ülkelerini bölük pörçük ederek, böylece hedefine ulaşmıştı.

Zira onların hedefi Osmanlının saltanat ve Hilafet-i İslamiyenin birlik ve bütünlüğünü yıkmaktı, parçalamaktı.

Ki bunu da başardılar.

Böylece ayarladığı gizli ajan ve piyonlarıyla Osmanlı’yı içten vurmuş, I. Dünya Savaşı'nda yenik düşürmüştü.

Daha sonra Mondros Mütareke Antlaşması ve şekli olarak aldatıcı bir cumhuriyet fanteziliği ortaya konuldu.

Ve cumhurun bin yıllık tarihine aykırı olarak uygulamalar gerçekleştirildi.

Böylece emperyalist haçlıların ceberut varlığı İslam ülkeleri üzerine sabitlenmiş oldu.

Ve o günden bugüne dek yaptıkları hep yanlarına kar kalmıştır.

Bugün İslam ülkeleri ne yaparsa yapsın, bir türlü kendini toparlayamıyor.

Afganistan elden gitti, Irak elden gitti, Suriye gitti, Mısır gitti, Tunus ve Libya da beraberinde gitti.

Suudi Arabistan zaten ABD’nin bir mahallesi gibi!

Suudi Krallık ailesi görünümde Müslüman ise de aslında ABD adına çalışarak, bütün petrol varlığını ABD’ye peşkeş çektirmektedir.

Kendine uzun ömür biçmek için elinden geleni yapmaktadır.

Mescid’ül Haram’ın onarılmasını ve etrafında 7 yıldızlı otel binalarının yükseltilmesi da apayrı bir madrabazlıktır.

İslam’ın kökü, Kur’anın hakikatleri, “Şeriat-ı Garrayı Ahmediye”nin ana hükümlerini ortadan kaldırıyor.

ABD adına bütün imkânlarını seferber ediyor.

Daha sonra da tüm İslam dünyasını oraya çağırıyor, "gelin Hac ve Umre yapın" diyor.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Buraya kadar tüm saydığımız geçmişe yönelik olup bitenler.

Bunu da hemen belirtelim ki, İslamiyeti ortadan kaldırmak için "demokrasi kavramını" Türkiye'ye ve İslam dünyasına "ithal" etti. Topluma bu kavramı enjekte ederek, kendi değer ve inançlarından uzaklaştırdı.

Düşünün bu hareket "masum" bir unvan içerisiyorsa da, aslında "hain" bir plandır.

Zira İslam ile demokrasi hiçbir zaman "eşdeğer" değildir.

İslam ilahı bir sistemdir.

Demokrasi ise, beşeriyetin özürlü beyinlerinin mahsulüdür.

Böylece hilafet ve saltanatın bütünlüğü işte bu demokrasi kavramının ortaya konulmasıyla, yıkıldı.

İslam dünyası da başsız kaldı.

Sonuç olarak Emperyalizm hedefine ulaştı.

***

Hatırlayabildiğimiz daha çok önemli konular var.

Bu köşeye hepsini sığdıramıyoruz.

Bundan dolayı da birer başlık olarak siz değerli okurlarımızla paylaşmak istiyorum.

Aslında İslam dünyası, Osmanlı dönemindeki saltanat ve Hilafet-i İslamiye’yi kaybedince eldeki büyük sermaye varlığını ve gücünü kaybetti.

Hep arkadan vuruldu.

Düşmanlar tarafından arkadan vurulduğunu, hala da belki fark etmemiş durumdadır, İslamiyet dünyası.

Oysaki merhum Bediüzzaman Hazretleri “Sünuhat” isimli bir eserinde şöyle diyor;

“Tarih bize gösteriyor ki Müslümanlar ne derece dine tenessüp etmiş ise ilerleyerek telakki etmiştir.

Ne vakit dinde zufiyet ve lakaytlık göstermişse, tedenni etmiştir (geri kalmıştır).

Oysaki başka dinlerde öyle değildir.

Bilakis kuvveti zamanında vahşet, diğer dinlerin güçlendiği zaman vahşet ve ceberut baskısını gerçekleştiriyor, zayıf ve geri kaldığı zamanda medenileşme(!) (temeddün) hâsıl olmuştur.

Başka dinde bilakis güçlü ve kuvvetli zamanında vahşileşerek zulüm etmiştir, zayıf ve cılız kaldığı zamanda medeni olmaya çalışmıştır.

Ben 1908 tarihi olan Hürriyetin başlangıcında şu fikrimi jön Türklere söyledim ve teklif ettim, bir türlü kabul ettiremedim.

12 sene sonra yani 1920’lerde tekrar teklif ettim, yine aynı fikrimi onlara söyledim.

Bu kez jön Türklerin uzantısı olan cumhuriyeti kuranlara bu teklifi götürdüm, kabul ettiler.

Lakin meclis her nedense feshedildi, bu gerçekleştirilmedi.

Şimdi Âlem-i İslam’ın merkezi durumunda olan yine Türkiye’ye tekrar arz ediyorum”

Ama heyhat!

Üstadın bu projesi birilerinin işine gelmedi?

Zira İngiliz ve Fransız politikalarını gerçekleştirmeye görevli bir senaryo ve bu senaryonun senaristleri, ne yazık ki kendi milletimiz adına değil, dış mihraklar adına adım atmışlardır.

Üstat aynen şöyle diyor;

“Saltanat ve Hilafet gayr-i münfek, müttehidün biz’zattır”

Yani Saltanat ile Hilafetin birbirinden ayrılmak gibi bir lüksü yoktur.

Bu her iki kavramda mana itibarıyla aynıdır, biri diğerinden ayrılmaz.

Kıymetli bir cevherin parçasıdır.

Cihet bakımından muhteliftir.

Kavram itibariyle değişik kavram ise de mana değeri aynıdır.

Bu nedenledir ki Padişahımız, bizim için yani millet için hem Sultan’dır, hem Halife’dir.

Ve tüm Âlem-i İslam’ın bayrağıdır, sembolüdür, simgesidir ve değeridir.

Saltanat itibarıyla o zaman Osmanlı bölününce Türkiye 30 milyona nezaret ettiği gibi Hilafet itibarıyla 300 milyon arasındaki nurani bir rabıtanın yansıtmasıdır ve istinatgâhıdır”

Ama ne yazık ki sadaret (otorite) Hilafetten ayrılınca, tek başıyla Hilafetsiz ve İslamsız kalan bir otoritenin varlığı maalesef ülkeyi bu hale sokmuştur.

Ve gerçekten de insan, ümitsizleşmeden bazı ilmi değerlere el atarsa Türkiye belki aklını başına alır, bir yerlere kadar gelebilir.

Ama tam tersine meşahat-ı İslamiye (İslam Hilafetinin mefhumu) saltanattan ayrıldığı zaman, işte ülke bütünlüğünü büsbütün kaybeder.

Zaten planlanan da odur.

En derin saygı ve sevgilerimle.