İSLAM DÜNYASINDA İNGİLİZ VE AJANLARI! (II)

Evet, sevgili okurlar.
Dün yine aynı köşede ifade etmeye çalıştığım ana gerçek ve temel strateji; toplumlar için deyim yerindeyse yıkım kalıbı gibi tehlikeli olan bir gerçek var.
O da "ırkçılık ve kör taassup!..."
Bunun kaynağı da; Batı'dır ve Siyonizmdir..
Dün burada demiştik ki; Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han, 33 sene gibi uzun bir süreç Osmanlı Devletinin başında dururken, yalan söylemeyen gerçek tarih şöyle diyor;
Zerre kadar bir ırkçılık anlayışıyla, Osmanlı veya Türkçülük adına hiçbir zaman çalışmamıştır.
Böyle olunca “Devlet-i Aliye’yi Osmaniye’yi” yüceltmişti.
Ta Viyana kıyılarına kadar atlar koşturulmuş ve bu atlar koşturulurken, başındaki süvari ve komutanlar Türk ırkçılığı veya Osmanlı ırkçılığı adına değil, İslam camiasının “ümmetçilik” anlayışıyla hareket etmişlerdir.
Nitekim batıdaki nice nice toplumları İslamiyet’e kazandırmaya vesile olmuşlardır.
Zira dürüstlükle çalışmış.
Küfre dayalı, inançsızlığa dayalı hiçbir sisteme inanmamış, sadece devleti yüce Kur’an-ı Kerim’in dirayetiyle yüceltmişlerdir.
İşte bu üstün davranış dost ve düşman olan dünyanın her coğrafyasına bir ders-i ibret olması lazım.
***
Dün bu köşede ifade etmeye çalıştığım husus şuydu?
Devlet…
Yani Türkiye daha ne zamana kadar "bu terör belasıyla" mücadele edecek?
Ne zaman "yakasını" sıyıracak, kurtulacak.
Ter-ü taze, sapa-sağlam huzurlu bir ülke ve toplum haline gelecek?
Kendini ne zaman; "şer" yapılardan arındıracak?
Toplum vaziyete "ne kadar" sessiz kalacak?
İşte hal-i vaziyet; “Maal-i mütterik” der noktasındayız.
Yani bir yol ayrımı söz konusudur.
Doğru yol, kötü yol.
Tıpkı iki arkadaş gibi…
***
Ama biri doğru yolda.
Diğeri ise kötü yolda.
Yol seyri illa ki;
Tercihe, bakışa, direktife, tarife ve terbiyele bağlı.
Eğer ki, "dayanak" noktası var ise; "mutlaka" doğru yoldadır ve hedefine ulaşır.
Değilse; "şuursuzca" enva-i bela ve musibetten, kendini kurtaramaz.
***
Dedik ya; iki arkadaş gibi.
Ama o iki arkadaş "yola çıkarken" birbirinden ayrılıyorlar.
Birisi "iyi ve doğru" yolu tercih ediyor.
Bilet sağlam. 
Kumanyası dâhil olmak üzere dayandığı nokta onu yolun sonuna ulaştırıyor.
Başarıyor.
Aklıyla "hareket" ettiği gibi, terbiyesi de sağlam…
Ancak diğer arkadaş "sol" yoldan gidiyor.
Aklı kalbinde, beyninde değil. Mantıkla değil; duygularıyla hareket ediyor.
Gözüne inmiş.
Sadece eşyanın zahirine bakıyor, dışına göz atıyor. 
İçine bakmıyor; görmüyor.
"Kendine" güveniyor, ama dayanak noktası yok.
İzinsiz.
Yol dikenli. Eşkıyalı, terörlü bir yol.
Bir yere kadar gelebiliyorsa da, önü kesiliyor, hedefine ulaşamıyor.
Bin defa hasret ve nedamet çekiyor ise de nafile.
Çünkü sonuçsuz… 
Dayandığı nokta mesnetsiz ve şuursuz.
Hukuk dışı.
Arkasında huzur getiren, huzur veren, barış sağlayan, uzlaşı ve diyalog geliştiren; konuşan yok.
Varsa yoksa fitne ve şirret.
***
Bir halk deyimi var.
Denir ki.
“Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz.” diye.
İşte bu ikinci yol arkadaşı da yol ayrımına giderken, aynı bu şekil yolunu alıyor ama hedefine ulaşamıyor.
Bin pişman ve nedamet içinde.
Devlet ve milletin yönetim biçimi de ne yazık ki buna benzer.
Nereye kadar gidilirse gidilsin, sonunda yol ayrımına geliniyor.
Ama doğru yol var, güzel yol var, istikametli yol var.
Devletin yönetimi hayali demokrasilere değil, dopdolu bir hukuk ve adalet anlayışıyla yola çıkmalı ki istikametini düzeltebilsin.
Şans yüzde 90 değil, yüzde 100 olur.
Çünkü dayandığı nokta gerçek bir hukuk, adalet ve hakkaniyet yoludur.
Ama diğer arkadaş tam tersine “Adalet” diyor “Dalalet”i uyguluyor.
“Hukuk” diyor “Hukuksuzlukta” boğuluyor.
“Demokrasi” diyor, demokrasinin kenarından geçmiyor.
Çünkü demokrasi diye bir şey yok ki bugün yeryüzünde.
Tamamıyla hayalidir, afakîdir, telaffuzdan ibaret bir mefhumdur.
Manasızdır…
* * *
İşte Sultan Abdülhamit hiçbir zaman demokrasiye inanmamıştır.
Çünkü biliyordu ki "Demokrasi batı dünyasının" bir oyunudur.
İslam birliğini dağıtmak için, demokrasi adına, hukuk adına hırsıza verilen ceza, suç işlenmemesi için caydırıcı olamamıştır. 
Zira toplumsal bir kargaşa ve ilerlemeye engel teşkil eden hangi hukuk uygulaması olursa olsun, o devlet için badiredir, yıkımdır ve zulümdür.
Demokrasiye inanmayan Sultan Abdülhamit’i mason Mithat Paşa baktı ki demokrasi anlayışını o büyük devlet adamına yutturamayacağı için bu defa Meşrutiyet’e ikna etmeye çalıştı. 
Meşrutiyet ise İslam hukukuna dayalı devletin milli şurası paralelinde büyük bir danışma merkezi kurulup, her şeyi padişaha sunuyor, padişah kararını veriyor.
Ama bunun temelinde hedef “Şura” esasına dayandığı için, böylece Sultan Abdülhamit’i yola getirmeyi başarıyorlar.
Ve II. Meşrutiyet kurulduktan bir sene sonra plan devreye sokuluyor…
Sultan Abdülhamit’e yapılan oyunla "delilik" isnat edilerek, tahtından alaşağı ediliyor.
Bunu da yapan; devletin bünyesine gizliden sızdırılan Jön Türk dedikleri Masonik ırkçı kafalar.
Hâkimiyeti ele geçirip planı devreye sokuyorlar ise de, ama uzun sürmüyor.
Devlet kendine geliyor.
Bakıyor ki işin içinde oyun var, ama iş işten geçiyor.
Sultan Abdülhamit gidiyor, Terakkiperver İttihatçı senaristler geliyor ve nihayetinde o senaristlerin devlet bünyesinde yarattığı kargaşa ve anarşi yüzünden devlet yıkılıyor ve yok olup gidiyor.
İslam dünyası başsız kalıyor.
Bugün Türkiye’mizde ne yazık ki aynı manzarayla karşı karşıyadır.
Devletin dizginini eline alan devlet büyüklerinin himayesine giren, öylesine kötü niyetli, riyakârane be namaz kılıklı zevatlar var ki; maazallah!
Enva-i hile ve desise sahibi...
Bugün Devletin bünyesinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu politikasını eline almış zevat, yaptıkları ve hayata geçirmeye çalıştıkları  "tamamen" hainlik üzerine kurgulu.
İşte bu yüzdendir ki devlet bugün yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya..
***
Bakınız sevgili okurlar.
Bu ülkenin her karış toprağında devlet operasyonu var.
Elbette ki, bunu yapmak zorunda hükümet.
Yapmazsa gidiyor ve gitmeye de mahkûm oluyor.
Zira bugüne kadar aracıların yanlış tarzları ve uygulamaları demokratik olmamıştır.
Hukukun üstünlüğü paralelinde hareket edilmemiştir.
Böylece düzgün bir politika, akıllı bir siyaset uygulanmayınca onu uygulamaya kalkışan bazı kimseler ne yazık ki yaptıkları istismar ve gizli kimlikle ittihatçıların bir nevi uzantısı olarak hala da devletin başında görünüyorlar.
Olan millete oluyor, devlete oluyor.
Milli Eğitim camiasına bakın akla ziyan bir "eğitim sistemi" uyguluyor..
Aynı bu demokrasi madrabazlığı gibi; Kemalizm makyajıyla okutulan gençlik, ne yazık ki kısa bir süreç içerisinde adeta kurgulu bir şekilde eğitimini alıyor, programlanıp, eline silah tutuşturularak dağa çıkarılıyor.
Millete, devlete, ülkenin bütünlüğüne karşı aldatılmış bir vatan evladı olarak dikilip/çatıştırılıyor..
Ama bu insanlar, bu memleketin evladı olduğu halde, devletine milletine karşı ayaklanmışsa, demek ki "her etkiye bir tepki" söz konusu olduğundan, adaletin, hukukun ve sözde demokrasinin yolu tıkanmış demektir.
Sahipsiz kalan bir tarla nasıl ki yabancı otların istilasıyla ürün vermez, yerli ürünü kurutur ve sahip çıkamayan o tarımcı insan ektiği tohumdan da bir şey alayınca hasat zamanında eli boş olarak evine döner.
Ekonomiksel olarak beklediği ürünleri alamayınca bu kez başkasına el açmak zorunda kalır.
İşte devlet ricallerinin bugünkü siyaset yapma anlayışı da tıpkı aynı paraleldedir.
Zira hiçbir gerçeğe dayalı olmayan siyaset, adı ne olursa olsun, ister demokrasi, ister adalet, ister hukukun üstünlüğü ne olursa olsun "havanda su dövmeye" benzer.
Hukuk dışı olduğu için ürün alınamıyor.
Oysaki İslam davasını kendine şiar edinmiş bir toplumun böyle badirelere düşmemesi lazım. 
Zira bugünün yarını da var.
Onu da düşünmek gerekir.
Bizden tavsiye, sizden de uygulama.
En derin saygı ve sevgilerimle.