İTTİHAT VE İTTİFAK ANCAK HAK VE HUKUK MEYDANINDA ARANIR!

Evet, sevgili okurlar.

Dün de aynı köşede Türkiye’nin gerçek yüzünü ve devletin hükmen ve zımnen ne kadar batıl ve yanlışlarla karşı karşıya olduğunu, medyanın bazı kalemşorlarının koskocaman bir devletin Başbakanına nasıl pervasızca saldırdıklarını sizinle paylaşmıştım.

Millete karşı, devlete karşı, milli iradeye karşı, dış mihraklarla, özellikle Almanya’yla müşterek adım atan bir medya grubunun, milleti ne kadar küçük düşürerek, Soma’daki 301 insanın büyük faciayla hayatını kaybetmesini hiçe sayması kabul edilemez.

Hele ki, hakaret dolu açıklamalar yapan Yılmaz Özdil hakkında hukuk devletine düşenin yapılması gerekirken, hiçbir hukuk merciinden ses çıkmaması da düşündürücüdür.

Dün de belirttiğim gibi devletin ve hukukun böylesine hain planlara karşı, suskun kalması, inanın ki herkesi hayal kırıklığına uğratıyor. Nitekim muhtaç olduğumuz milli birlik ve beraberlik, ittifak ve ittihadımız gerektiği anda ne yazık ki ittihat ve ittifakımızı, hukuk ve hakkaniyetimizi hiçe sayarak, tam tersine fesat unsurlarının kalemlerinden zulüm fışkırıyor, tuğyan fışkırıyor, kin ve gayz fışkırıyor. 

* * * 

Tüm bunları burada bırakalım.

Yıllardan beri yani cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek ne yazık ki fesadın, bozgunculuğun, vurdumduymazlığın serbestçe kol gezdiği bir süreci yaşıyoruz.

Gençliğimizi özellikle birçok aile yuvasının birer kuzusu durumunda olan gencecik evlatlarını o yuvadan koparıp, değişik yöntemlerle kötü yollara sürüklenmektedir.

Uyuşturucu mu dersin!

Had safhada.

Fuhuş mu, o biçim.

Terör mü, Cinayet mi, aradığın her pazarda bulabilirsin.

Tek kelimeyle diyebiliriz ki tüm bu olumsuzluklar ne yazık ki devletin önemli bir kapısı olan milli eğitim camiasının kapısından çıkıyor.

İnanın, eğitim görmeyen, yani hiç okulun kapısına gitmeyen ve hayatının tümünü çölde, yabanda, çobanlıkta geçiren veya tarlada geçiren, helal rızık peşinde olan insanlarımızın hiçbirisi böylesine ahlaki çöküntülere maruz kalmadığı gibi primde vermiyor.

Sabah tarlaya giden gençler, akşam alın teriyle dönüyor.

Çoban güttüğü koyunları serbest ve sağlam dağa götürüyor ve akşam rahatlıkla o koyunlarını eve getirip, sahibine sapasağlam teslim ediyor.

Ama heyhat!

Kamu kurum ve kuruluşlara bağlı olan nice müesseselerde acımasızca yolsuzluklarından tutun da, gayriciddî insanlık dışı manzaralarına kadar.

Enva-i hile ve desiseyle toplum karşı karşıyadır.

***

 Dün arşivimi araştırırken, Osmanlı döneminde “Taharri-i İstikbal” isimli Osmanlıca yazılan bir dergi elime geçti.

Baskı tarihi; Rumi takvime göre 1330, yani 100 yıl önce basılmış derginin 43. sayfasında şöyle bir paragrafla karşılaştım:

“Bir hayrı tercih ve seçebilmek için akıl ve ilim yetmiyor ise yaklaşmakta oldukları uçurumu keşfedecek basiretleri bulunmalıdır.

Ne çare ki onlarda o basiret olmadığı gibi, onların gözlerini açacak salabeti ve diyaneti dahi ümmette bırakmamışlardır.

Peygamberimiz Efendimiz Hazreti Muhammed (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır;

‘İslam ve Sultan birer tev’emdirler (Bir anadan doğan ikizler gibidir).

Devletin kamusunda fesat ve bozgunculuk olunca o ülkede İslam’da salah ve yetki kalmaz’.

Hikmeti fiilen ve cismen enzarı teessür (misli teessür) ve ızdırabımız önünde çıplak olarak duruyor gerçekler.

Bu girdaptan bu millet nasıl çıkmalı?”

İkinci paragrafta şöyle deniliyor;

“Âlem-i İslam’a fısk ve fesat girmiş ise din kapısından girmemiştir.

Zira hukuksal ve ana ilkenin gerçeği şöyledir;

İslam, milletin esas taşıdır.

Padişah ve Sultan ise onun koruyucusu ve bekçisidir”

Bu anlamın orijinal Arapça ifadesi şöyle;

‘Fel İslamû üssün ve’s-Sultan’u harisun’

Efendimiz (s.a.v)’in bu mübarek sözü mucibince; bir ülkenin, bir ümmetin ve bir devletin temel taşı din esasıdır.

Sultan dahi ahkamını o paralelde gözlemleyecektir.

Demek anlaşılan şudur ki:

Kanun-i İlahi her vakit ve her halde gerçek kanundur.

Şerefine ve cevherine, hikmetine halel getirilemez.

Ahkamına riayette kusur olabilirse, bu da gözlemcinin vazifede tekasülü ile başlar.

(Yani görevlilerin görevlerine aşkla, şevkle değil, tembellikle başladığı içindir)

Şu halde devletin zirvesindeki e’ali tabakası görevlerinde tekasüle (tembelliğe) başlayınca onu mutlaka tarik-i sünnete davet etmek, halkın ve bilhassa ulema-i dinin borcudur.

Çünkü bir tarafta Hulafa-i Raşidinin ‘Hatamızı tashih ediniz’ gibi ulviyetkarane ve muminane davetleri varsa, diğer tarafta da ‘icap ederse davetinize intizar etmeyiz’ gibi vazife şinasane cevapları da vardır.

Fesadın devlet kapısına girmiş olduğuna bu zamanda da hiç kimsenin şüphesi yoktur ve olmamalıdır.

Hilafeti, saltanata, şahlığa tebdil-i kıyam etmişlerdir.

Fakat o fesadı gördüğü halde def’i çaresine bakmayan erkan-ı ümmet dahi mesuliyete iştirak etmiş bulunuyor” 

* * * 

Elbette ki Osmanlıda 100 sene evvel yayın yapan “Taharri-i İstikbal” isimli dergin Osmanlının son dönemlerindeki olup bitenleri tespit etmiştir ve nitekim tespitleri de uzun zaman sürmeden gerçekleşmiştir.

Zira o günün devlet kapısına, yıldız sarayına öylesine yalaka, öylesine rantiyeci, öylesine menfaat kirliliği yaşanmış ki Osmanlının son dönemi adeta bunalımlı bir havaya bürünmüştü.

Padişahın dostu, düşmanı belli değil, tüm yalakalar ayakta.

Ama netice itibariyle Osmanlı ve İslam Hilafeti, güvenilir kişilerin değil, güvensizlikle dopdolu insanların eline verilmiştir.

Tarihimiz buna şahittir.

100 sene evvel Osmanlıyı yok eden son dönemindeki böylesine yıpranış, bugün Türkiye’mizin içinde bulunduğu manzaranın ta kendisidir.

Yaşananlar aynı.

Hiç de o günlerden uzak değil.

Sayın Başbakan ne kadar iyi niyetli olursa olsun, illa ki hukuku, hakkaniyeti ve hukukun gerçek yüzünü bu millete göstermelidir.

Bu da ahlakın, ilmin, zirvesinde aranmalıdır.

Devlet kapıları, kesinlikle başıboş ehliyetsiz kişilere teslim edilmemelidir.

En derin saygı ve sevgilerimle.