KAVİMLERİN TARİHSEL SOYKIRIMLARI! (V)

Evet, sevgili okurlar.
II. Meşrutiyetin kuruluşu "İttihat ve Terakki" perverlerin büyük çabalarıyla oldu.
Özellikle kendilerini İslam dininin savunucuları kisvesine soktular.
Meşrutiyet-i Meşrua denilen meşru bir meşrutiyeti İslamiyet’in temel direği olan meşverete dayandırmaya çalıştılar.
Padişahın ve rey-i vahit denilen (Başkanlık sistemi gibi) bir usulden Osmanlı kurtulur..
Ve "rey-il umuma (umumun istişaresine) havale edilir" denildi...
Yani padişahın değil, halkın reyine dayanılacak.
Buradan anlaşılan şudur ki bugün yeryüzünde Başkanlık sisteminin bir benzeri "yönetim" şekli istenilmişti.
Meşrutiyet-i meşrua!
Rey-i vahit denilen tek kişinin iki dudağı arasından çıkan bir kararla ülke idare edilmeyecek.
Yani, milli hâkimiyet ve milli irade olacak..
O güne özgü; deyim yerindeyse cana minnet.
Zaten halkın isteği de o.
İşte Bediüzzaman Hazretleri o gün için; “Böyle bir meşrutiyete kefil olurum ve rey-il umuma girerim” demişti..
Çünkü milli iradeye dayanan umumun görüşünü alırım ki kraliyet, padişahlık ve başkanlık sistemine son verilsin.
Meşrutiyetin projesi buydu…
Başka herhangi bir hedef yoktu.
Halkın meşvereti buna dayanmaktaydı.
Ve "terakkiperverler" hükümetin tüm işlevlerinde yer aldı.
Tabiri caizse; "idareyi" ele geçirip, padişahın saltanat ve kararından memleketi kurtarmış oldu.
Ama sonrası; "işler" tam aksi bir mecra aldı.
Kıyametler kopmaya başladı..
Bakıldı ki o terakkiperver denilen kişilerin kurmuş olduğu hükümetin içinde "devşirmeler" söz sahibi olmaya başladı..
Başta üç tane paşa olmak üzere..
Meşrutiyetin kuruluşunda yer alan ve "İttihat ve Terakki" yapılanmasında rol alan ne kadar ulema ve memleketin ileri gelenleri varsa; "dışlanmaya" başlanıldı..
Hükümette bu kesime yer verilmedi.
Ve Şura denilen umumun meşvereti böylece; "işlevsiz" kaldı…
Bir süre sonra da; tozlu raflara konuldu.
* * *
Bakınız sevgili okurlar..
İşte bu seyir içerisinde;
“İstibdadın çirkinliğine, meşrutiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir” diye Bediüzzaman Hazretlerinden soruyorlar Kürt aşiretleri. 
Üstat Cevaben şöyle diyor; 
“Siz avam tabakası oldunuz.
Hayaliniz de düşünce gözünüz de taakkul ettiğinizden temsil size bir burhan-ı nazariden, teorik delillerden daha ziyade pratiğe bağladınız.
Oysaki meşrutiyette hükümetlerin varlığı, birer hekim gibidir.
Millet de hastadır.
Farz ediniz ben şu çadırda oturmuş bir hekimim, şu etraftaki her bir köyde Allah etmesin birer birer ayrı hastalıklar var.
Ben o hastalıkları teşhis etmemişim.
Hem de tacizimi istemeyen müdahalecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim.
Şu halde şu köylerde tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya ilaç gönderdim.
Siz bu şekilde meşruiyeti yanlış tefsir etmenizle, ölmeden evvel kendinizi ölmüş olarak saymışsınız”
Zira o hükümetin hedefi Osmanlıyı yıkmak, Sultan Abdülhamit’i tahttan indirmekti.
Gerisi her şey kolay…
***
Cumhuriyet dönemindeki hükümetlerin ve siyaset alanındaki parlak nutukların da ilk berraklığı bizi oraya kadar götürüyor.
Nitekim, Anayasanın teline bile dokunamayan hükümetler nice hedeflerine ulaşmak için halkı tarih boyunca İslamiyet adına basamak yaparak hedeflerine ulaşabilmişlerdir.
Bu hedef eninde sonunda milleti uyarmıştır..
Ama, millet uyanmış ve sonuç itibariyle geri tepmiştir.
Nitekim CHP de terakkiperver bir hükümetin kurmuş olduğu 1922 anayasasının bir uzantısı gibi!
***
Yine Kürt aşiretleri Bediüzzaman’dan sorarlar.
“Senin sözlerinden anlaşılıyor ki demek şu istibdat hayvaniyetten gelmedir.
Acımasızdır.
Milleti önce kandırır sonra çirkin yüzüyle oturup kendini güçlendirir…
Sonra da müstebit yasalarını oluşturup, kullanmaya başlar.
Evet, müstebit bir kurt biçare bir koyunu parça parça etmek, daima güçlünün anlayışı güçsüzü yutmak manasını taşıyor.
Ama hileli yollarla…
Güçsüzün reyleriyle (oylarıyla), inançlarıyla bir yere geldikten sonra bu işi yapıyor.
Oysaki vicdani bir ölçü, demokratik hür bir düşünce paralelinde düşünülürse rey-i vahit denilen (bir kişinin kararı olarak bilinen) başkanlık sistemi, milli irade sistemine dayanmıyor.
Buna rağmen 90 yıldan beri Türkiye’yi yönetenlerin, muhalefet olsun, iktidar olsun…
Hepsi, büyük bir ittifak içerisinde milli iradeye, çoğulcu parlamenter sistemine dayalı olduğu halde, milletin dinine ve inancına uygun olarak hiçbir adım atmamıştır.
Onların ana felsefesi hep şu olmuştur.
Muhafazakârlık adı altında İslamiyet’i ve dini kendine rehber ve zırh olarak kullanarak yola çıkmışlar.
Amaçlarına ulaştıklarında ise; işi başka mecralara çevirmişler.
***
Oysaki İslam dini, toplumun vazgeçilmez bir akide ve usul dinidir.
"O inanç bir güneştir."
Kimse üflemekle onu söndüremez.
Nitekim, göz yummakla gece olmaz.
Gözünü kapayan kendine karanlık yapar.
Hem de biçare mağlup düşen bir padişah yahut mantıksız polislere itimat edilir.
Dinin himayesi onlara bırakılırsa daha mı iyi olur yani?
"Yoksa milletin arkasındaki hissiyat-ı İslamiyenin kaynağı olan herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye (iman ve merhamet şefkati) olan emvar-ı ilahiyenin lemavatından ve hamiyet-i İslamiyenin nurani kıvılcımlarından meydana gelebilen bir rejim üstünlüğü ancak İslamiyet’le olabilir."
Yoksa hukukun üstünlüğü adı altında ithal edilen yasalar bu ülkeyi bir yere götüremez.
* * *
Evet, sevgili okurlar.
Hiçbir müfsit “Ben bozguncuyum” demez, kendine yediremez, bu itirafı da yapamaz.
İllaki kendini hep haklı olarak görür ve gösterir.
Böylece haklılık ve dürüstlük adı altında gün gelir, güçlülüğünü göstererek halkı zulüm ve terör anarşisiyle tanıştırır.
Bugünkü hali âlem ortada…
Zaten bize her şeyi gösteriyor.
İngiliz hükümeti İstanbul’u işgal ettiklerinde,  gerçi zahiren müstebit değil ise de İngiliz milleti mütehakkimedir, âdeti dahi bir derecede mütegaliptir.
İşte size mağlup düşen Doğu Asya’da ve Orta Asya’daki bazı hevesleri arz edeyim.
Bugünkü Hindistan, Mısır ve komşumuzdaki diğer devletlerin ne kadar perişan bir vaziyete düştüğü herkesin malumudur.
Çağdaş muasır medeniyet seviyesi denilen bir safsata uydurması ortada…
Akdeniz’de bir ay içerisinde binlerce kaçak insanın İtalya kıyılarına kaçmak üzere müstebit ve mezalim piyon hükümetlerin zulmünü çekemeyenler, gözünü kapayarak kendilerini ölüme götürdüğü halde, ne yazık ki Akdeniz sularının dibine gömdürüldüler.
Sözde medeni dünya!
Bunları görmezlikten geldiği gibi "kılını" dahi kıpırdatmıyor.
En derin saygı ve sevgilerimle.