KUTSAL KAVRAMLAR ÜZERİNDE YAPILAN TAHRİFATLAR!? (II)

Sevgili okurlar...

Sohbetimizi dünden devam diyerek, sürdürüyoruz!..

Yaşanan ve yaşatılan tüm olumsuzlukların ana membaı, hiç kuşkusuz ki “siyasal yönetimlerdir?”...

Siyasiler, tarih boyunca ki yakın tarihimiz daha bir belirginlik arzıyla; “kutsal kavramları” sürekli istismar ettiğini görüyoruz...

Siyasi geleceklerini temin etmek, makam, mevki kazanabilmek adına, bir dizi plan ve projeler tertiplediğini biliyoruz...

Ama ne var ki bu plan ve projeler, bizim iç meselelerimizden daha fazlasıyla dışarıdan planlanmak üzere haçlı emperyalizm ve Siyonizm işbirliğiyle içimizdeki satılmış, ırkçılık taassubuyla müptela olan örümcek beyinli kafaların aracılığıyla, icra etmektedirler..

Kahredici olan da, İslam’ın malı olan çok güzel kavramları “plan ve projelerine”  libas yaparak kullanmışlardır...

Kendilerini İslam rengiyle renklendirmişlerdir.

Özellikle ilk olarak İttihat Terakki Partisi...

İttihad-ı Muhammedi..”

Siyonizm’in ve Hıristiyanlığın müştereken kullandığı üç kavramla yola çıkıldı..

Hürriyet (özgürlük), müsavat (eşitlik) ve uhuvvet (kardeşlik)..”

Partinin ana ilkeleri sözde bu üç kavramdı...

Özellikle şeriat hükümlerine dayalı bir meşrutiyetin geliştirilmesi için yola çıkılırken; “Meşrutiyet-i Meşrua” adı kullanıldı...

Bu parti 1889’da kuruldu..

Ama kökü dışarıdandı...

İspanya’dan gelip de Selanik’e yerleşen ve Osmanlı tabasını kazanan devşirme Yahudiler baş aktördü...

Ki, I. Meşrutiyet Sultan Abdülhamit tarafından kuruluyorsa da netice alınmadığı için; ilga edildi...

Ve aynı ekip, aynı kadro bu kez 1908’de, II. Meşrutiyeti kuruyor...

Adı da “Meşrutiyet-i Meşrua..”

Açılımı ise; “söz milletindir, konuşma tek merkezden değil, Meclis-i Mebusandan çıkmalı..”

Nitekim 1909’da Sultan Abdülhamit, aynı kadro tarafından ittifakla sahte fetvayla alaşağı edildi.

Ve böylece cihanşümul Osmanlı Devletinin “çöküş dönemi” başlıyor...

1914’te I. Dünya Savaşı..

1915’te Şark’ta Ermeni Hadisesi...

Çanakkale Savaşı,,,

1918’de İngilizlerin ellerini kollarını sallayarak, tek bir kurşun dahi sıkmadan İstanbul’u istila edebilme hali…

Sahada kazanılan, hep masada kaybedilmiş..

Ülkenin tarihine göz attığınızda, tabi ki gerçek tarihi anlatan kitapları okuduğunuzda, insanın tüyleri diken diken oluyor?

Bu ülke ve bu millet, “nasıl da böylesi dehşetli tuzaklarla yüz yüze getirilmiş..”

Gerçekler nasıl da ter yüz edilmiş...

Gerçekten yaşanan ve yaşatılanlar, insanı delirtircesine çıldırtıyor...

Çünkü yalan, uydurma, iftira kampanyalarıyla 600 yıllık bir cihanşümul devlet yok edilmiş!

Ve aynı zamanda sahte kavramlarla kutsal kavramların yerleri değiştirilerek, tahrifat yapılarak oluşturulan bir siyaset, hâkim olmuştur...

Nitekim Sultan Abdülhamit’in kardeşi Sultan Reşad, her ne kadar tahta oturuyor ve şekli olarak Padişah unvanını taşıyorsa da...

Bütün yetkiler, imzalar, kararlar tamamıyla İttihat Terakki tarafından alınıp, tertipleniyor?

Beş itilaf devletinin, Memalik-i İslamiye’yi (İslam ülkelerini) birbirine bölüştürerek peşkeş ettirme hareketi 1920’de Sevr Antlaşması adı altında gerçekleşiyor.

Aralarında bölüştükleri memleketi bakınız nasıl yapmışlar?

Bu yazının küpürünü sizinle paylaşacağız.

Dr. Ali Muhammed Sallabi tarafından yazılmış tarihi bir gerçektir.

Sultan Abdülhamid İttihat Terakki hükümeti tarafından tahttan indirilirken ve savaşlar bittikten sonra kurulan tuzaklar, içimize ithal edilen plan ve projelerin şekli aynen böyledir.

Başta İngiliz hükümeti, Fransa, Yunanistan ve Rusya gibi devletler arasında bölüştürülme şekli şöyle;

Güney Irak bölümü Britanya’ya (İngilizlere) düşüyor.

Suriye ve Lübnan sahilleri Fransa’ya peşkeş edilirken iki tane Arap devletçiklerinin oluşması da tabii ihmal edilmiyor.

Çünkü Osmanlıya karşı ayaklanıp da kafa tutma hareketi yapan ve Osmanlıyı sabote eden bu iki ülkenin içinden iki tane şekli devletçikler çıkarılıyor..

Birisi Irak, diğeri de Suriye.

Irak’ın kuzey tarafı ile Suriye’nin orta coğrafyası ve güneyi hatta Ürdün’e kadar, yine Britanya’nın sömürgesi altına giriyor.

Suriye’nin ortasından Fırat-Dicle arasındaki coğrafya da Fransa’ya veriliyor.

Filistin ise Yahudi toplumuna vatan olarak ilan ediliyor...

Bu olup bitenler Mondros Mütareke anlaşmasından, Sevr Anlaşmasına kadar, bir bir işliyor?

Yani 1917 ile 1920 arasında İslam coğrafyasını yağmalayarak gerçekleştirilen bölüştürme hali emperyalist haçlılarla Siyonist Yahudiler arasında yapılıyor.

Ama içimizdeki dost ve kurtarıcı olarak görünüp de düşman olan Selanik devşirmeleri ile ırkçılık taassubuna düşmüş o dönemin bazı yazar-çizerleri de sadece “Osmanlı gitsin de ne gelirse gelsin” anlayışıyla yola çıkılmış ve bu memleket parçalanmış, gitmiş.

Peki, bölünen İslam ülkeleri, düşmanlara peşkeş edildikten sonra kurulan cumhuriyet ve cumhuriyetten sonra Türkiye’de olup bitenler nelerdir?

Biraz da oraya değinelim.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Cumhuriyetin kurulma evresine bakalım...

Öncelikle Lozan Antlaşması üzerine Türkiye’ye verilen ufak bir coğrafya ile gösterilen rıza ve atılan imzalarla, Türkiye coğrafyası biçimlendirildi.

Misak-ı milli hudutlarını belirtmek üzere bu coğrafyaya Türkiye razı edildi..

1923’ten sonra kurulan hükümet, genellikle 1940’lara kadar İsmet İnönü’nün Başbakanlığı altında yapılmıştır.

Yani altı oklu CHP’nin kuruluşuyla devlet yeniden biçimlendirilmiş ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü’nün 12 senelik cumhurbaşkanlığı altında Türkiye yönetilmiştir.

Peki, yönetildi de ne oldu?

İşte o müstevli devletlerin getirdiği plan ve projeler ne ise fiilen o plan ve projeler, özellikle hem denize dökülen (?!) komşumuz Yunanistan’ın hem İngilizlerin, hem de Fransızların müştereken ve müteselsilen getirdikleri plan ve projeler bir bir Türkiye’ye kabul ettirilmiştir.

Böylece Suriye ve Irak gibi payına düşen ufak coğrafyalar gibi Türkiye’yi de cihanşümul bir devlet gücünden düşürerek “Misak-ı Milli” adı altında ufak bir coğrafyaya sığdırılarak kabul ettirildi...

Çeyrek asır boyunca sanki milli mücadele savaşı verilmemiş, İstiklal harbi yaşamamış bir millet, yeni kurulan devlet idaresiyle karşı karşıya getirildi...

Çok büyük kavgalar yapıldı...

Mücadeleler verildi...

Yüz binlerce masum insanların kanı döküldü...

Memleketin içinde çok büyük fitne tuzaklar kuruldu...

Gelinen aşamayı özetlemek gerekirse...

1950’den sonra demokrasi adı altında Türkiye’ye yerleşen siyasi partiler, yani çoğulcu parlamenter sistemiyle kurulan bir Türkiye’de hep demokrasiden bahsedilmiştir.

Ama bu çerçevede millete yaşatılan her şey gerçek dışı.

Kullanılan kavramlar tam tersyüz edilmiştir.

Aldatmacalar, hıyanetlikler, siyasi gelecekler, makam ve mevkiler uğruna bu millet inim inim inletilmiştir.

Ve hala da ne yazık ki ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kalan bu millet yine aynı seviyede ızdırap ve sıkıntılarla karşı karşıyadır.

Kendini bir türlü o manzaralardan kurtaramıyor.

Yani gelen gideni aratıyor.

20 yıldan beri AK Parti iyi bir libasla, berrak bir gömlekle milletin karşısına çıkarak bu söylediklerimizi tümüyle millete miting meydanlarında anlatmışlar ise de fakat ne yazık ki o verilen sözlerin zerresini bugün millet bulamıyor.

CHP’nin altı oklu ambleminin taşıdığı derin bulanık hali, ne yazık ki yıllardan beri Türk milletinin başında Demokles’in Kılıcı gibi sallanıyor.

Zorba, hukuk dışı yasalarla bu millet yönetile yönetile bu hale gelmiştir.

Nereye el atarsan, elinde kalır” misaliyle devletin resmi kurum ve kuruluşlarının, yani bazı bakanlıklara bağlı bazı önemli kurumların uygulama haline bakıldığında, inanın tüyler ürperiyor.

Vatandaş çok büyük şaşkınlıkla karşı karşıya kalıyor.

Biz zaman zaman yazıyoruz, çiziyoruz.

Özellikle Adalet Bakanlığına bağlı olan yargılama şekli.

Özellikle İş Yasası…

Özellikle Avukatlık Kanunu…

Peki ya bazı belediyeler?

Ahali üzerine belediye değil birer müstevli işgalci bir halde.

Vatandaşların arazilerini hukuk dışı ellerinden alıyorlar.

Hukuk ve Demokrasi adı altında tam tersine hukuksuzluk ve antidemokratik bir hal yaşatılıyor.

Sadece haram para kazanma anlayışıyla yola çıkan şu avukatlık kanununa da bir el atılmalı..

Düzen getirilmeli...

Acımasızca para kazanıyorlar bazı avukatlar.

Bazı baroların bünyesinde yaşayan avukatların, ne yazık ki o adaletin kutsal cübbesi altında yaptıkları vurgunun haddi hesabı yok.

Hem de devlete vergi verilmeden kayıt dışı bir vurgun.

Bakınız, dünkü Takvim Gazetesinde manşetten şöyle bir haber vardı... Okudum...

VURGUN AVUKATI” başlığı altında yazılan haber şöyle devam ediyor;

İcra Avukatı, boş senetlere imza attırdı.

Tehditle parayı almayınca icra takibi başlattı. 250 milyon liralık vurgun yaptı. Bürosundan ise cephanelik çıktı.”

Evet, sevgili dostlar.

İşte haberin küpürü.

Adaletle ilgili yasaların, yargılamanın, uygulamaların ne kadar çelişkili kararlarla, ne kadar çelişkili yöntemlerle, haksızı haklı, haklıyı da haksız göstermek üzere çok çarpıcı tespitlerimiz var.

Onu da yarınki yazımızda sizinle paylaşmak üzere yazımızı sonlandırıyoruz.

Kalın sağlıcakla..

En derin saygı ve sevgilerimle.