MÜNAFIKÇA BİR SİSTEMİN UYGULAMASI?! (VI)
Evet, sevgili okurlar.
Bugünkü sohbetimiz Türkiye’deki sosyal ve siyasal
dengenin korunması ile ilgilidir.
Bu dengenin korunabilmesi için, siyasal alandaki
hareketlilik mutlaka kamuoyu nezdinde gerçekçiliğini, dürüstlüğünü, tereddütsüz
olarak göstermesi gerekir.
Kendini kamuoyuna inandıramayan bir siyasal anlayış,
hiçbir zaman kamuoyu adına hizmet yapma düşüncesine kapılmasın.
Gerçek manada bir aldatmacadan ibaret olarak
nitelendirilir ki kendisi de ne yaptığının farkında olduğu halde, “Dostlar
alışverişte görsün” misali “Gününü gün etme” düşüncesiyle kamuoyu nezdinde
aldatıcı bir rol oynamaktan kendini alıkoyamaz.
Kamuoyu hiçbir zaman bunu müspet, pozitif bir biçimde kabullenemez ve günü geldikçe yıpratır atar.
***
Bu itibarla Bediüzzaman Hazretleri “Sünuhat” isimli
kitabında tüm İslam dünyasına haykırarak şöyle diyor;
“Ey Müslüman!
Aldanma.
Başını indirme.
Paslanmış emsalsiz bir elmas cevheri daima mücella
(parlak) bir cama müreccahtır (tercih edilir)”
Elmas cevheri o kadar değerlidir ki kullanılamaz hale
geldiğinde bile hiçbir zaman bir cam parçasıyla mukayese edilemez.
Bediüzzaman’ın kastettiği olay bu.
Gerçek bir siyasal anlayış, milletin mukadderatına hizmet
etme temsiliyle yola çıkılıyorsa ve gerçek manada kişisel rant pazarında rol
oynamıyorsa, o aynen paslanmaz bir elmas cevheri gibidir.
Hiçbir zaman niteliğini ve gerçekliğini kaybedemez.
Nereye giderse gitsin, insanların ve kamuoyunun nezdinde
daima baş tacıdır.
Çünkü elmas değerindedir.
Ama tam bunun tersine de yola çıkılırsa, bir parça camın
her zaman için kırılmaya mahkûm olabilecek bir değerdedir ki ne kadar parlarsa
parlasın.
Hiçbir zaman kendini lekeden ve kırılmadan kurtaramaz.
Bunun içindir ki Bediüzzaman hazretleri uyarıyor;
“Ey Müslüman!
Aldanma.
Başını indirme.
Paslanmış emsalsiz bir elmas cevheri daima mücella
(parlak) bir cama müreccahtır (tercih edilir)”
Bu beyan, açık ve nettir.
Zira zahiren İslamiyet’in zaman zaman güçsüzlüğüne,
zafiyetine sebep olan baskıcı hazire, yani sözüm ona başka dinin hesabına
hizmet etmesidir.
İslamiyet’i görmezlikten gelen ve çağ dışı olarak
nitelendirmeye çalışan bugünkü İslam dünyası içerisindeki siyasal alan, kendini
daima çağdaş medeniyet seviyesinde görüyor ise de mümkün değil.
Hedefine ulaşamaz.
Zira medeniyetin parlak yüzüne aldanarak kendini oraya
vermiştir.
Tıpkı İslam dünyasının içinde bulunduğu durum gibi…
İslamiyet’i Müslüman bir ülkede, inanan bir toplumun
inanç cevherine önem vermeyip de inanmayan bir kısım devşirmeci düşüncelere
aldanarak hizmet veren siyasal alan hiçbir zaman gerçekçi olamaz ve kendini de
hedeflediği bir yere ulaştıramaz.
Evet, suret değiştirmesi gerekir.
Yani şekilcilikle hak davaya hizmet edilemediği gibi
batıl davaya da zımnen olsa bile açıkça hizmet ediyor o kişi.
Bunun için siyasal İslam ve Müslümanlık dünyası bugün
Hıristiyanlık dünyasına nispeten medeniyete karşı savunulacak bir şey yok,
bedeviyet hali yaşandığı için, kendini hep dışlanmış gibi gösteriyor ve bize
göre onu da hak etmiştir.
Zira davasında samimi olmayınca, siyasal bir yalancılık furyasıyla bir yerlere gelmek isteniyor ise de hiçbir zaman bugünkü baş döndürücü teknolojiye karşı kendine hiçbir zaman kabul edici bir rol bulamaz.
* * *
Bakınız, bugünkü Ortadoğu’nun içine düşmüş olduğu
serkeşane başıboşluk, yörüngesinden kopmuş serseri dolaşan bir gezegen gibi…
Kimse ne zaman nereye çarptığını bilmiyor ise de illaki
yörüngesini koruyamadığı için o serseri gezegen bir gün başka bir gezegene
çarpar, darmadağın olur ve dünya ondan kopar.
Keza Ortadoğu’nun içinde bulunduğu hal, bugün değil
neredeyse yüz seneden beri yörüngesinden kopmuş, başıboş dayanaksız dolaşan ve
süratle yok olmaya giden bir serseri gezegen gibidir.
Çünkü kendine uydu bulamadığı için, başkasına uydu
olmaktan da kendini kurtaramaz ve o başka dünyanın uydusu olarak hayatın olağan
akışlarına aykırı düşer.
Zira yıllardan beri aldatılmış bir İslam dünyası münafık
kimliklerin elinde olduğunu hala da sezdirememiş bir gafletle karşı karşıyadır.
Dış mihrakların birer uydusu durumuna düşen bazı İslam
devletçikleri ne yazık ki kendi milletini sömürdükleri gibi, emperyalist
ülkelere de sömürtüyor ve kendine de bir mevki-i muallayı ne zaman ele
geçireceği düşüncesindedir.
Oysaki bu haliyle hiçbir zaman zirveye ulaşma hedefini yakalamadığı gibi tabiri caizse sosyalizm, komünizm veya da emperyalizm gibi kirli anlayışlara köle olmaktan başka da bir yere ulaşamaz.
* * *
İnanın, sevgili okurlar.
Çok yakından hatırladığım kadarıyla…
İki komşumuz olan Irak ve Suriye devletleri muhafazakâr
geçinen hükümetlerin elindeydiler.
Ne var ki; içlerine sızan İngiltere, Fransa ve İtalyan
ajanlarınının oyuncağı haline geldiler..
Ajanlar onları parmaklarında oynatmaya başladılar.
Nihayet bir adım ileri, iki adım geri, bir kalkış bir
iniş derken, bir gece sabahından evvel ansızın sosyalist, Marksist iki tane
baasçı generalin kucağına düşürdüler kendilerini.
Birisi Suriye’nin azgın baasçı ve Rusya yanlısı Hafız
Esed.
İşte bugünkü Suriye onun eseridir…
Bir devlet, milletiyle beraber yok edildi.
Keza Irak da baas partinin anlayışı paralelinde solcu,
Marksist bir ihtilal yapıldı ve Saddam gibi bir hain oraya oturtturuldu.
Mezhepçilik, ırkçılık, inançsızlık devletin temeline
yerleşirken, Tarık Aziz gibi bir Ermeni dönmesini danışman olarak aldı ve o
Irak devletini Saddamıyla beraber serseri bir top gibi dolaşıp nihayet sert bir
duvara çarptırdı.
Saddam da gitti, devlet de gitti, baasçılık da gitti,
hiçbir şey kalmadı.
Amerika geldi oraya oturdu.
Hem de; Demokrasi(!) adına…
***
İşte Türkiye'nin hali…
Yıllardan beri düşe kalka bugüne kadar geldi ise de 50
yıldan beri hep muhafazakâr geçinen gayri ciddi iktidarların elinde ve halk
oyunu güvenerek vermiştir.
Ama halk bir türlü aradığını bulamamış ve hedefini
yakalayamamış…
Bugün Türkiye ne yazık ki büyük bir çaresizlikler
içerisinde deyim yerindeyse yörüngesini şaşırmış, başıboş bir gezegen gibi
siyasal hayat yaşıyor.
Kimin eli kimin cebinde belli değil..
Kimlerin nereye hizmet ettiği de belli değil.
Halkta büyük bir şaşkınlık içerisinde;
"olup-biteni" seyrediyor.
Irak ve Suriye akıbeti..
Allah korusun.
Ama “Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir” derler
ya.