ORTALIK CEHALET VE FESADA BÜRÜNMÜŞ!

Sevgili okurlar.

Hakikatten, mevcut görüntü veren manzara oldukça vahimdir.

Kötüdür.          

Ülkeyi yönetenler, ne yaptıklarını bir türlü belirleyemeyecek kadar büyük bir şaşkınlık içerisindedirler.

Bunu söylerken, yalnız günümüzdeki mevcut iktidarı kastetmiyorum.

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek ortalığı cehil, fesat ve bozgunculukla karıştıran unsurlar, dün olduğu gibi bugün de vardır, yarın da var olacaktır.

Cehil ve fesat unsurları, ülkeyi ve milleti Adab-ı İslamiye’den, İslam’ın terbiyesinden oldukça uzaklaştırmaya çalışan birer kirli unsurlardır.

Ülke insanının, inancından, şeref ve haysiyetinden tut kişilik ve insanlık şeref ve haysiyetine kadar, alt üst ederek, herşeyi ayaklar altına almışlardır.

* * *

İki gün önce arşivimi araştırırken, elime tarihi bir dergi geçti.

Dergi; 19. asrın başlarında yayınlanan “Mizan” Gazetesinin bazı yayınlarını derlemiş ve çok dikkat çekici başlıklara yer vermiş.

Bu dergi “Taharri-i İstikbal” isimli bir dergi!.

Tarihi öneme sahip.

1913’lü veyahut 1914’lü yıllarında yayınlanmış bir eser.

Osmanlıca “Taharri-i İstikbal” demek, günümüz Türkçesindeki karşılığıyla “Geleceği araştırmak” demektir.

Bu “Taharri-i İstikbal” isimli dergide çok önemli başlık taşıyan konular var.

***

Osmanlı İmparatorluğunun son yıkılış yıllarında yazılan bir eser olup, o günkü devlet bünyesinde yaşanmış olan oluşumlar ve olumsuzlukları çarpıcı bir analizle anlatırken sanki o günlerdeki olumsuzlukların uzantısını bugün bu millet, bu devlet, bu ülke yaşamaktadır.

Bakınız başlıklardan birisi de şudur;

“Peygamber Efendimiz (s.a.v) Hazretleri, bir Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur;

“İslam ve saltanat tev’emdirler”

Yani Hilafet ile Devlet ikizdirler.

Birisine fesat ve bozgunculuk bünyesine girdiği zaman, o diğerini de beraberinde etkiler.

Mesela Padişah’ta fesat oluşunca, hilafette hiçbir zaman salah kalmaz.

Salah ve Maslahatın yeri tamamıyla silinir.

Böyle bir hadisin gerçeği keşke tüm İslam ülkelerinde bilinmiş olsaydı, bilindikten sonra da uygulama faslına geçilmiş olsaydı.

Ama ne yazık ki hiçte yaşanmış değil.…

Böyle bir hadisi buyurmuş olan o yüce İslam Peygamberi (s.a.v), ümmetinin geleceğini o zaman tespit etmiştir.

Bu hikmeti fiilen ve cismen, nazar-ı dikkatini kendine taraf çekmiş ve tüm gerçekleri, tüm çıplaklığıyla böyle tespit etmiş bir hadis, toplumun o günkü hali perişanlığını, zaman zaman İslam devletlerinin ne kadar başsız ve inançsız bir duruma sokulmuş olduğunu, tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur.

* * *

Bu hadisi yazan “Taharri-i İstikbal” isimli dergi diyor ki devletin başında bulunan saltanat veya otorite, başkanlık her ne ise bu şekle büründükten sonra, devlet ve millet bu girdaptan nasıl çıkabilecek?

Doğrusu merak konusudur.

Âlem-i İslam’a fısk (sapıklık), dalalet ve fesat bozgunculuğu girmiş ise de bu girişin kapısı hiçbir zaman din kapısı olmamıştır.

Zira Resulullah (s.a.v)’ın diğer bir Hadis-i Şerif’i de şöyle;

“Fel İslamû üssün Ves’Sultanu harisun”

İslam bir esassa, bir üs ise devlet onun koruyucusudur.

Bu Hadis-i Şerif’in yüce meali gereğince; din esastır, otorite dine dayalı o temelin, o esasın yegâne koruyucusu ve bekçisidir.

Bunu yapamazsa; peşinen ülkeyi, telafisi mümkün olmayan badirelere sürüklemekten başka bir şey değildir.

* * *

Bakınız, Üstat Bediüzzaman Hazretleri de diyor ki;

“Din hayatın bekası, hem nuru, hem esasıdır”

Kanun-i İlahi her vakit ve her halde, her süreçte, her coğrafyada kanundur, geçerliliğini korur.

O yüce dinin şeref ve cevher-i hikmetine halel gelmez.

Ahkâmına, hükümlerine riayette kusur olabilir, bu da gözetim altına alanın vazifede tekâsülü ile başlar.

Görevinde tembellik edip, görevini tam manasıyla yerine getirmeyen sorumluların tembelliğine atıf olunur.

Zira hulafa denilen Halifeler, eğer devlet görevlerinde tekâsüle başlarsa, onu Resulullah (s.a.v)’in sünnetine davet etmek ve bilhassa o toplumu yöneten ulema din âlimlerinin boyunlarının borcudur.

Çünkü bir tarafta Hulafa-i Raşidin’in “Hatamızı tashih ediniz” demeleri gibi, ulviyetkarane ve mümin olarak birer davetleri varsa, diğer tarafta icap ederse davetinizi intisap etmeyiz.

Bu zamanda fesat, fitne ve bozgunculuğun, İslamiyet’i temsil eden Halife kapısından girmiş olduğundan hiç kimsenin şüphesi yoktur.

Zira hilafeti saltanata, şahlığı kayserliğe (Roma yönetim şekline), büründürüp, biçimlendirme tehlikesi vardır.

Fakat o fesadı, o bozgunculuğu gördüğü halde def’i çaresine bakmayan erkân-ı ümmet (ümmetin başındaki yöneticiler) dahi mesuliyete iştirak eylemiş (sorumluluğun altına girmiş) durumdadırlar.

Şirket-i mesuliyet bu sorumluluğun sonu müştereken büyük zulmün oluşumuna götürür.

Ortalığı cehil ve fesada sürükleyen, Adab-ı İslamiyet’i ortadan kaldırmaya çalışan zihniyet, günümüze dek süreci oldukça daha tehlikeli yörüngelere sokmak istiyorlar.

Bunun karşısında, bu tehlikeden kurtulmanın çaresi devlet ve milletin el ele vererek, teşvik-i mesai ile çalışması gerekir.

Bu şekilde inkıraz ve kırılmayı önlemiş olacağız.

Her zaman olduğu gibi günümüzde de en çok muhtaç olduğumuz İttihad ve ittifak, ancak hak meydanında bulunabilir.

Hakkın yolundan saptırıp, ABD’nin ve diğer haçlı Batı emperyalizminin yoluna giren varsa vebal onların boynundadır.

Zira hak meydanı, herkesi hoşnut eder, düşmanı da rahatsız eder.

Hak nedir?

Onu da öğrenmemiz gerekir.

İşte hak, bugün deyim yerindeyse hak kavramı yerine demokrasi kavramı kullanılmakta olup, bu da yanlış bir değerlendirmedir.

Zira hak ise, siyaset, adalet, meşvereti ve dayanak noktası; şeriattır ve İslam hukukudur.

* * *

İşte, İslam hukuku denilen şeriat dairesine hükümeti ve otoriteyi davet ile avdetin temini için bir türlü gayret gösterilemedi.

Hükümetimiz, kendisine nasihatin kar etmeyeceğini ve fesatta daim olacağını, şüpheye mahal bırakmayacak surette izhar eylemiş durumdadır.

Sevgili okurlar!

Bu ifade 1913 yıllarındaki Osmanlı Devletini idare eden İttihat ve Terakki hükümetine yöneliktir.

Şimdi şu hal-i mühlike karşı, yani toplumu ve memleketi helake götürme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılan bu sürece ne yapılması gerekir ve ne denilmesi lazım?

“Hasbunallah ve Nimelvekil” demekten başka bir ses çıkarılmıyor.

Yani buna karşı sükût mu edilecek?

Devlet ve hilafetin yok olup gitmesine bilerek rıza mı gösterilecek?

Şer’en ve insaniyeten ifa olunacak başka vazifelerimiz var mıdır?

Yani cümlemiz (hepimiz), el birliğiyle bir şey yapabilecek miyiz?

Bizim sözümüz “nemelazımcılara” hitaptır.

Yani “Bırakın bize ne, koyun bacağıyla, keçi bacağıyla asılır” diyen bu sözlerin sahibi bize göre büyük bir gafletle bocalayıp durmaktan başka bir şey yapmıyor.

Zira Cenab-ı Allah ve onun Resul-i Kibriyası olan Hz. Peygamber (s.a.v), istikbale doğru ümmeti davet ederken, şöyle bazı gerçekleri dile getirmek istemiş.

Beş paralık insanlar, bunu idrak edemezler tabi.

O yüce söz şöyledir;

“Kullu kumrain ve kullu kum mes’ulün en raiyetihi”

“Hepiniz birer yönetici çobansınız ve herkes kendi yönetiminden de sorumludur”

Bu yüce hitap, geneldir ve asırlar üstü bir hitaptır.

Zira bu sözü yerine getirmek, bu sözün üstün seviyesine tırmanmak, herkesin karı değil, erbab-ı gayret ve hamiyetçe mukarrerdir.

Ancak gayret sahibi ve hamiyetkar insanlara mahsustur.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Bugünkü yazılanın genel muhtevası tamamen, 1913’te İstanbul’da yayımlanan “Taharri-i İstikbal” isimli bir dergiye aittir.

Tabi o günkü terimleri ve kavramları, bugünkü nesil anlamakta zorluk çekebilir düşüncesiyle, sadeleştirmeye çalıştık.

Ama ne yazık ki bunu da yazmadan geçemiyorum.

Gel gör ki yıllardan beri Türkiye’ye ve hatta TBMM’ne ve devletin diğer önemli bazı kurum ve kuruluşlarına sokulan fitne ve fesat yüzünden, bugünkü ülkenin girmiş olduğu girdaptan kendini kurtaramıyor veya kurtarmakta zorlanıyor.

Aynı tarzda Bediüzzaman Hazretleri, 1913’lü yıllarda Kürt aşiretlerine şöyle hitap etmiştir.

Kürtçe hitabı buraya yazarsak, yazı uzun olacaktır.

Ancak Türkçe’ye çevrilmiş mealini şöyle özetleyelim;

“Üç büyük düşmanımız var.

Birincisi cehalettir, ikincisi zarurettir (fakirlik ve işsizliktir), üçüncüsü ihtilaftır.

Bu üç düşmanla savaşabilmek için üç ana silaha sarılmamız lazım.

O silahlardan birincisi okumaktır, yani İslami ilimleri okumak ve gençliğimize okutmaktır.

İkincisi fakru zaruretten kurtulmak için çalışıp varlık sahibi olmaktır.

Üçüncüsü ise ittifaktır.

Bu üç ana unsuru aramızda yaşatmadığımız müddetçe bir yüzyıl daha Allah korusun, aynı çileyi çekmek zorunda kalacağız.

Allah herkese ama herkese aklıselim davranmayı ve sapasağlam bir şuur nasip eylesin.

En derin saygı ve sevgilerimle.