OSMANLI'YI SÜKÛTA DÜŞÜREN FAKTÖR NEDİR (II)
Evet, sevgili okurlar.
Bilindiği üzere, Devleti Aliye-yi Osmaniye’nin kıssadan
hisse olarak uzun ömürlü yaşamasının sebebini sizinle paylaşmaya çalıştık.
Gerçekten, bir devletin uzun ömürlü olabilmesi için,
bünyesini gerçek ve sağlam temellere dayandırması lazım.
O temeller ise yegâne "İslam’ın emir ve
yasaklarıdır."
Kurana bağlılıktır.
Herhangi bir sapma ve değişime girmemesi gerekir.
Zaten bunları bir haftadan beri bu köşemizde siz değerli
okurlarımıza sunmak üzere kaleme almıştık.
Ne zaman ki, devlet batılılaşmaya yönelik, dışardan ithal
edilen, gizli ajan ve casusların ortaya koymuş olduğu garplılaşma fikrini,
devletin içine koymaya başladıkları zaman, işte devlet o günden itibaren
gerilemeye başladı ve çökmeye mahkûm oldu.
Zaten tıpkı devr-i saadetten sonraki Yahudi Yemen asıllı
bir münafık olan Abdullah İbn-i Sebe büyük fitne unsurlarını sahabeler arasına
sokmuş ve böylece geçici de olsa sahabeleri birbirine düşürebilmişti.
Hem de kendini Müslüman olarak göstermişti.
İçimizdeki nice devşirmelerin de hali öyle değil midir?
Onun ana hedefi İslam ile biriken, birleşen, bir araya
gelen gücün dağıtılmasıydı.
O gücü dağıtabilmesi için, İslam’ın içine çok büyük nifak
tohumlarının ekilmesi gerekiyordu.
İşte, o gün ekilen fitne unsurları günümüze kadar gizli
dış unsurlar tarafından hep kendilerine düstur olarak kullanmışlardır.
Hep aynı işleri yapıp fitne ve nifak tohumlarını devletle
ile milletin arasına sokmuşlardır.
Bir nebze de olsa kazanabilmişlerdir.
Bunları saymaya kalkarsak sayfalar bile yetmez.
Ama İngiliz casusu olan Lavrence’nin bazı itirafları var.
Bu itirafların hepsini bu köşeye sığdırmamız mümkün
değildir.
Ama Allah nasip ederse pey der pey yazacağız.
Bunlar arasında en dikkat çekici olanı ve de en önemlisi
olanı İngilizlerin İslam dünyası içerisindeki ulema kesimlerinden çok
korkmalarıdır.
Ki bunu da itiraf etmektedirler.
Lavrence diyor ki;
İstanbul’da, Mısır’ın Ez-Her Üniversitesinde, Irak’ta,
Şam’da bulunan yüce İslam dinine mensup olan ulema kesimleri olmuştur.
İngiliz siyasetinin korktuğu ve en büyük tehlike olarak
gördüğü ulema kesimleriydi.
Ulema kesimleri daima İngiliz siyasetinin gözü önünde
görünen en büyük tehlikeydi ve bu casusun itirafı da bu yöndeydi.
Ne yapıp yapıp bu ulema kesimini sindirmek, susturmak ve
toplumdan dışlamak gerekiyor ki İngiliz devletinin siyaseti, Osmanlının içine
rahatlıkla sızdırılsın ve oraya yerleşsin.
Ulema kesimlerini gizliden gizliye, "devlet"
düşmanı olarak gösterip, susturmaya çalışıyorlardı.
Devlete karşı zararlı birer akım olarak gösterilmeleriyle
İngilizlerin "ulema" kesiminden kurtulabileceğine dair anlayışını
dile getiren Lavrence aslında çok büyük itirafları dile getiriyor.
Zira ulema kesimleri Kuranın gerçek temsilcileridir.
Kuranın ruhunu bünyesine taşıyan ulemalar İngilizlerin ve
Siyonistlerin hedeflerine ulaşmasında en büyük engel teşkil ediyordu.
Bu nedenledir ki;
Bundan neredeyse 115 yıl önce Van Valisi bir gün Üstad
Bediüzzaman hazretlerini, henüz daha 25 yaşındayken onu huzura çağırır ve der
ki;
‘’Molla Said, bak bugünkü gazete haberlerinden göze
çarpan bir haberde İngiliz sömürgecilik bakanı (Kuran-ı Kerim’i eline alarak)
Avam kamerasında şöyle bir konuşma yapmış.
Yani İngilizlerin büyük meclisinde şöyle hitapta
bulunmuştur.’’
- Sevgili
avam kamarasında bulunan Meclisi Mebusandakiler.(milletvekilleri)
- Biz;
topla, tüfekle, savaş teknolojileri ile Osmanlıyla başa çıkamayacak durumdayız.
- Anladığımıza
göre önümüzdeki savaş göstergeleri bunu gösteriyor.
- Ne yapıp
yapıp Osmanlı'yı bu Kurandan, bu kitaptan, (elindeki Kuran-ı Kerimi avam
kamarasındaki milletvekillerine göstererek) uzaklaştırmamız lazım.
Yapabileceğimiz tek önemli iş bu. Milleti bu Kurandan uzaklaştırabilme
parolasıyla politikamızı uygulayalım.
- Biz bunu
yapmadığımız müddetçe bunlarla baş edemeyiz. "
Van Valisi Tayyip Paşa bunları Bediüzzaman’a anlatırken,
Bediüzzaman şöyle der;
- Allaha
söz veriyorum.. Ben bütün varlığımı Kuran’ın tüm hakikatlerine feda etmeye
hazırım.
- Var
gücümle Kuran-ı tüm dünyaya tanıtırım.
- O
keferelerin varlığına rağmen Kuran-ı dünyanın en ücra köşesine götüreceğim.
***
Evet, sevgili okurlar.
İşte, İngilizlerin bu politikaları tümüyle İslam’ın ana
kaynağı olan Kuran-ı Kerime yöneliktir.
Kuran’ı yok etmeye yöneliktir ve Kuran’ın koruyucuları
olan ulema kesimlerini yok etme çabasıdır.
Onun için casusun itirafı paralelinde diyoruz ki;
İngilizlerin, Emperyalist haçlıların ve Siyonistlerin en
çok korktukları ulemalardır.
Bu itibarla ulemaları yok edebilmek için yani
İngilizlerin ulema kesimlerine ulaşabilmesi için önce İttihat ve Terakki
Cemiyetinin kurulmasıyla iş başı yaptılar..
Taa ki Cumhuriyetin kurulmasına kadar ve günümüze kadar.
Devletin bünyesine sızdırılan devşirme ajanların ana
konusu İslamı yok etme hedefleridir.
Bu paralelde de İslamı yok etmek için önce ulemalar yok
edilecekti, medreseler ortadan kaldırılacaktı, ezan-ı Muhammed-i
Türkçeleştirecekti, harf inkılâbı yapılacaktı, Laiklik ortaya konulacaktı ve
kadın kesimi hayâsızlaştırılacaktı.
Yani utanma duygularını kadınlarda bırakmayacaktı.
Ve daha neler neler?
Bu iş için görevlendirilen Lavrence’nin itiraflarına
göre, İngiliz politikasını üstlenen kesim Cumhuriyetçilerdi.
Yani İttihatçıların uzantısı durumunda olan Cumhuriyeti
kuran altı oka bağlı kalan Cumhuriyetçi çetelerdi.
Bunların üstatları durumunda olan İngiliz ve diğer
haçlılar taraflarından büyük meblağlar karşılığında para vererek bu işi
başarmışlardı.
Ama tüm bunlara rağmen yine hiçbir şey yapamamışlardır.
Zira İslam oldukça yerinde duruyor.
İslam’a inanır gibi görünen bir kesim hainlerin de
emelleri boşa çıkıyor.
Zira Allah-u Teala ‘’NUR’’ suresinin 55. ve 56.
ayetlerinde şöyle buyuruyor;
‘’Allah, aranızdaki iman edip iyi ameller işleyenlere,
kendilerini tıpkı daha önceki mü'minler gibi yeryüzünde egemen kılacağını,
kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere oturtacağını ve
korkularını güvene dönüştüreceğini vaat etti.’’
‘’Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak
koşmazlar. Bu aşamadan sonra kâfir olanlara gelince, onlar yoldan çıkmışların
ta kendileridirler.’’
Bu ayette, inandıktan sonra dürüst ve erdemli davranışlar
sergileyenlere ciddi bir müjde var.
Bu müjdenin muhatabı olan Müslümanların ilahi
direktifleri dikkate alarak Kuran yörüngeli ve sünnet eksenli bir hayat ortaya
koyması gerekir.
İnandıklarına, yaşadıklarına, yaşamak istediklerine,
hedeflerini, ilkelerini, Kuran’a ve sünnete giderek sorgulaması icap eder.
***
Evet, sevgili dostlar.
İşte Osmanlıyı yücelten, hatta daha ileriye gidersek 1437
yılından beri yeryüzündeki insanlara İslamı götüren bu ses Kuran sesidir. İslam
sesidir.
Hazreti Muhammed’in (s.a.v) sesidir ve dolayısıyla ona
bağlı olan tüm ümmetin sesidir.
Ve unutmayalım ki, bu işin başını çekende İstanbul’u
fetih etmekle, Bizans’ı kırıp ülke dışına atan Fatih’lerin, Yavuz’ların sesleri
olmuştur.
Bu ses Âlem-i İslam’a sahip çıkan sestir.
Ne vakit ki bu sesi kesmeyi başaran İngiliz politikasının
ajan ve köleleri, devletin bünyesine sızdılar, işte o zaman devlet bu küçücük
coğrafyaya mahkûm kaldı.
Ki halen bu mahkûmiyeti bile çok görüyorlar.
İçimizdeki fitne, fesat, bozguncu unsurların varlığı ile
bir türlü başımızı terör fitnelerinde kurtaramıyoruz.
Mevcut olarak bilinen anayasalarımız, yasalarımız, gelen
giden hükümetlerimiz ve milli iradeyi omuzlarına alan iktidarlar ve
iktidarların başındakiler bugüne kadar ne yazık ki elle tutulur, gözle görülür,
hiçbir radikal değişimi başaramamışlardır/yapamamışlardır.
Dost görünen düşmanları korumuşlar himaye etmişler.
Ülkede ‘’AT İZİ, İT İZİNE KARIŞMIŞ’’ durumda.
Söz ekseriyetin, çoğunluğun olması gerekirken, ne yazık
ki ekseriyetle yani yüzde 50’ler, yüzde 52’lerle iktidara gelen hükümet hiçte
söz sahibi değil.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun barbarlığı ile ne yazık
ki, hepsinin üstesinden geliyor.
Selahattin Demirtaş yani HDP’nin eş başkanı, açık ve net olarak, pervasızca, devlet
düşmanlığı yaparak, PKK’yı destekler.
Hatta PKK’dan ötesine giderek, Ermenilerin Azerbaycan’a
karşı savaşını açıkça destekliyor ve diyor ki;
‘’Azerbaycan hükümeti savaş suçlusudur.’’
Tüm bu anti demokratik, yasadışı zorbalığa rağmen ne
yazık ki devlet bu insanları koruma altına almış, 1–2 polis yerine 16 tane
polis tahsis edip, 24 saat vardiyalı onları koruma altına almıştır.
Ve Kemal Kılıçdaroğlu net olarak meclis kürsüsünden
hakaretler yağdırarak küfür ediyor ve meclis ona karşı herhangi bir
dokunulmazlığının kaldırılmasına yönelik adım atamıyor.
Demek anlaşılan o dur ki başarının sırrı ihlâstır,
samimiyettir.
Milletle birlikteliktir, milletin derin ruhu inancına
inmektir.
Tek kelime ile milleti her hususta milli irade şemsiyesi
altında temsil etmektir.
Yoksa gerisi laftır.
Parlak nutuklarla bir yerlere gidilmez.
Bakan ve başbakanların lacivert takım elbiselerini giyip,
beyaz gömlekle, lüks kravat bağlamakla, bu ülke siyaseti bir yere gidemez.
***
Bakınız sevgili okurlar.
Dün Rus lideri Vlademir Putin dünya kamuoyu karşısına
çıkıp şöyle dedi;
—Terörle mücadele edebilmek için, benim kontrolümde
çalışan yeni bir ordu kurdum.
Ve yönetimi benim elimdedir.’’
Zira ben İçişleri bakanının sadakatine güvenmiyorum.’’
Bu ne demektir biliyor musunuz?
Yeniden Rus devletini aktifleştirerek, yeniden dizayn
edip, biçimlendirmektir…
‘’Ben İçişleri bakanının sadakatine güvenmiyorum’’ diyen
bir lider demek ki önünü gören bir liderdir.
Her ne pahasına mal olursa olsun kendine, devletine ve
iktidarına yeni bir biçimlendirme şeklini zorunlu görmektedir.
Bizimkilere ne oluyor da herkes birbirini devletin
koruması altına alıyor, devletin tüm imkânlarını seferber edip, illaki kendi
yandaşlarını himaye ediyor.
Hatta bütün memleket şehit düşse bile.
Her Allahın günü bölgede 5–6 şehit oluyor.
Bu şehitler her halde karayollarında kullanılan mucur
taşlarından oluşan figüre malzemesi değildir.
Bu insan canıdır, insan kanıdır, bunun sorumluluğu
TBMM’dir ve devleti yöneten iradeye aittir.
En derin saygı ve sevgilerimizle…
Hayırlı cumalar.