OSMANLIYI SÜKÛTA DÜŞÜREN FAKTÖR NEDİR?(VII)
Evet, sevgili okurlar.
Dünkü yazımızda, yine bu sütunlarda sizinle paylaşmak
istediğimiz hakikat; "yakın tarihimiz içerisinde yapılan kasıtlı
kirlenmelerin iç yüzüydü.."
Sohbetimizin devamı olarak bugün, mütebakisini, yani geri
kalanını, gerçek olarak bilinen milli tarihimize yazılmayan ve saklı olarak
bırakılanları, gücümüzün yettiği, kalemimizin yazabildiği kadar bu sohbet
köşemizde sizlere aktarmaya çalışacağız.
Pek tabi ki, gerçekten milletçe geçirmiş olduğumuz 100
yıllık geçmişimizin içinde olup bitenlerin, deveden kulak bile olsa dahi,
buraya aktarabilmemiz, doğrusu tarihsel bir şans olarak görüyoruz.
Zira 13 yıllık, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini
yaptığı AK Partinin ülkemize, insanımıza getirdiği düşünce hürriyeti, konuşma
serbestiyeti, yazma özgürlüğü gibi daha birçok özgürlükleri kazandırmış olma
hasebiyle biz bugün bu gerçekleri "endişe duymadan" yazabiliyoruz.
Bundan 13/14 yıl öncesi olsaydı, bu gerçekleri kamuoyuna
yansıtmamız mümkün değildi…
Zira ceberuti, küfre dayalı, zorba yasaların gölgesinde;
"düşünce hürriyeti, konuşma serbestiyeti, yazma özgürlüğü" ne
mümkündü?
İnsanlara yapılan zulümlerin haddi hesabı yoktu..
Değil millette dikte edilen vesayete dair anlayışa bir
iki kelam etmeyi, bu saklı kalan tarihi gerçekleri "konuşmaya" bile
izin verilmiyordu.
Zira orta yerde, Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesi
vardı..
Ki bu madde; bir felaket ceza maddesi idi.
Laikçiliği göklere yükselten CHP’nin ‘’ŞEFLİK VE DİPÇİK’’
döneminden kalan bu ceza yasası, neredeyse memleketin her kesimine bir baskı
aracı olarak kullanılıyordu.
***
Ama Allah'a şükürler olsun ki..
Allah diyen bir Başbakan, bir Cumhurbaşkanı geldi..
Hem de halkın teveccühüne layık olan bir başbakan, bir
cumhurbaşkanı..
Bugün onların sayesinde, "Saklı kalan tarihi
gerçekleri" yazıyoruz, çiziyoruz ve halka yansıtıyoruz.
Ama tüm bu güzelliklere rağmen Ak Partiyi halen de
yanıltan bir cenah var..
O da, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki gizliden PKK terör
örgütünün yanında bulunan, rantiyeci hegemonyanın aktörleridir.
Sinsice sızdıkları Parti'de ön saflarda yer alıyorlar..
Ve onların "yanlış" yönlendirmeleri yüzünden,
Ak Parti terörle mücadelede ne yazık ki, başırılı olamıyor..
Bu noktada, sınıfta kalıyor..
Yoksa devletin başında bulunan ter temiz, çağımızın iman
ve inanç timsali, İslam dünyasının medarı iftiharı olan bir Cumhurbaşkanımız ve
onun paralelinde olan Başbakanımız; "terörle mücadelede" çoktan başarıyı
sağlamışlardı…
Herşeye rağmen;
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan…
Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu…
Ve aynı minvalde mevcut Bakanlar kurulunun varlığı,
Türkiye için, İslam dünyası için büyük bir şanstır..
***
Bakınız sevgili okurlar.
3 gündür İslam Dünyasının tüm liderleri Türkiyemizde..
Ve Dünya İslam Birliği Teşkilatının dönem Başkanlığı da
artık, Türkiye'nin elinde..
Bize göre; İstanbul'daki tarihi bu buluşma ve dönem
başkanlığı, dosta düşmana karşı büyük bir başarıdır.
Ve bir onur simgesidir.
Bunu da unutmayalım ki; dün bu teşkilat üyelerine hitaben
yaptığı konuşmasında net olarak Birleşmiş Milletleri büyük yüreklilikle
eleştiren Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan, her zaman vurguladığı sloganı bir kez
daha yüksek sesle ifade etti…
Dedi ki;
‘’DÜNYA 5 TEN BÜYÜKTÜR…’’
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, 100 yıllık bir
geçmişimizin ne kadar karanlık ve dünya kamuoyundan saklı kalmış gerçekler
olduğunu, bugün artık her şey gün yüzüne çıkmış durumda.
Bu da Sayın Erdoğan’ın aktif inancının ve İslam’a
bağlılığının bir başarı sonucudur.
Evet, sevgili okurlar.
Dünkü yazımızın son bölümünde de Lozan’ın iç yüzünü ve ne
gibi ihanetlerle masaya oturulmuş şeklini ele almıştık…
Türkiye’nin, Osmanlının, İslam hilafetinin, İslam
ülkelerinin bölünmesinin ve İslam’a karşı uygulanabilecek düşmanlığın ana
maddelerinin bir bir o metinde yazılırken, İsmet Paşa’nın ‘’pardon Paşa dedik!
Oysaki Paşa değil maşa demeliyiz ona.’’
Zira paşalık vasfında; gerek Osmanlı ordusunda olsun,
gerek Türk Silahlı Kuvvetlerinin bünyesinde olsun, sağlam, inançlı,
memleketine, milletine bağlı, milli iradeye inanan, fedakar asker olması
gerekir..
Böylesi bir şahsiyete sahip asker büyüklerine paşa
denilebilinir.
Hiç kuşkusuz ki, dış mihraklar adına piyon olarak
kullanılan anlayışa ve şahsiyete hiçbir zaman paşalık vasfı, paşalık niteliği
kullanılmamalıdır.
***
Evet, sevgili okurlar.
Dünkü yazımızın
son bölümünde de değindiğimiz gibi, Lozan nedir, ne değildir? Mahiyeti
ile ilgili yazımızın geri kalanını bugüne bırakmıştık.
Devamla şöyle diyoruz;
Bediüzzaman Saidi Nursi Hazretleri bir çok defa Ankara’ya
gitmiş ve çeşitli münasebetlerde bulunmuştu.
Bu konu ile ilgili detaylar merhum Abdülkadir Badeli
ağabeyin Bediüzaman Saidi Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı" adlı eserinde
geçiyor.
Ankara hayatının özeti şöyle:
1922: Bediüzzaman Davet üzerine İstanbul’dan Ankara’ya
Gelir.
Van Valîsi ve Millet Meclisi’nde meb’us dostu Tahsin Bey
vasıtasıyla Ankara’ya davet vaki’ oldu.
Üstâd bu da’vete icabet etti. Önceden talebelerinden
Tevfik Demiroğlu, Molla Süleyman ve Binbaşı Bitlisli Refik Bey’i yolladı.
Milli Hükûmeti onun adına desteklemek üzere Ankara’da
görünmeleri için gönderdi.
Tevfik Demiroğlu’nun kendi ifadesinde: “Üstâd ilk önce
beni Ankara’ya göndermişti. Bilâhare
kendisi de ısrarla istenince geldi” demektedir.
Bediüzzaman Hazretleri 19 Kasım 1922 günü yeğeni
Abdurrahman ile birlikte trenle Ankara’ya gelir.
İkametgâh olarak Hacıbayram Camii’nin tekyesinin
misafirhane bölümünde kalır.
Ankara’ya gelir gelmez, ilk önce Ankara kal’asının başına
çıkar ve orada halet i ruhiyesinin tercümanı olan Fârsça beyitleri kaleme alır.
Üç gün sonra da, yani 22 Kasım 1922 Perşembe günü Millet
Meclisi’ni ziyaret eder. O günü Millet Meclisi’nde Hoş-âmedi (Hoşgeldiniz)
merasimi ve alkışlamalarla, tanışmalarla geçer.
Daha sonraki günlerde hükûmet ve Meclis’in a’zalarıyla
tanışma ve konuşmalarla devam eder.
Bu arada M. Kemal Paşa, Bediüzzaman’a büyük iltifatlarda
bulunur ve taltif etmek ister. İlk başta umum Kürdistan’a Şeyh Sinusî yerine
üçyüz lira maaşla umumi vâizlik vazifesini teklif eder.
Ayrıca da eğer
isterse meb’usluk, Diyanet riyasetinde
büyük me’muriyet ve hususî bir köşk tahsisi ve daha ne isterse yerine
getirileceğini teklif eder.
Daha sonraki günlerde, Medreset tü zZehra’sı için
Meclis’e verilmiş kanun teklifi, mevcut ikiyüz meb’ustan M. Kemal Paşa’nın
içinde olduğu 163 gibi kahir bir ekseriyetle kabul edilir.
1922 Lozan Konferansı
Bediüzzaman Hazretleri Ankara’ya ilk teşrifleri
sırasında, yani Meclisi ziyaret ettiği gün olan 22 Kasım 1922’de İngilizler,
Türkleri Lozan Konferansı’na davet etmişlerdi. Lozan Konferansı’na Türk
hükûmetini temsilen heyet baş murahhası olarak İsmet İnönü gönderildi.
Lozan Konferansı’nın ilk açılış konuşmasını yapan İngiliz
heyeti başkanı olan, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Gurzun idi. Bu herif
konuşmasında: “Türklere istiklâliyetin tanınması için dört şart lâzımdır”
diyordu.
Şartlar şunlardı:
1 Hilâfetin tam
manasıyla Türkiye’den ilga edilmesi
2 Halifenin hudut
dışına sürülmesi
3 Halifenin tüm
mal varlığına el konulup müsadere edilmesi
4 Türk Devleti’nin
laikliğe dayandığını resmen ilân etmesi
1 Şubat 1923'te Bediüzzaman Mecliste..
Mebuslara hitaben bir beyanname neşreder.. Bediüzzaman’ın
19 Kânun i Sani 1338 -1 Şubat 1923…
Milli Hükûmet erkânını ve meb’usları namaz kılmaya ve
İslâmî Şeair ve An’aneleri yerine getirmeye dair irşadkâr beyannamesinin
dağıtılmasından sonra, M. Kemal Paşa ile arasında şiddetli bir münakaşa
hadisesi vaki’ olur.
Bediüzzaman Hazretleri Ankara’ya gittikten 2 ay on gün
sonra, adı geçen beyannameyi neşretmiştir.
Ondan evvelki yetmiş günlük zaman zarfında Milli Hükûmet
erkânı, özellikle Reisicumhur M. Kemal Paşa onunla çok yakından ilgilendikleri
ve her arzusunun yerine getirileceğine dair söz ve va’dleri olmuştu.
Ancak beyannamenin neşri üzerine vaziyet değişiverdi.
Şöyle ki:
Beyannamenin bir suretini Kâzım Karabekir Paşa, M. Kemal
Paşa’ya okuduktan sonra, her nedense M. Kemal Paşa çok ziyade hiddetlenmiş ve
kendini zaptedemiyerek;
Büyük Millet Meclisi’nin Divan ı Riyaseti’ne, diğer bir
rivayette meclisin teneffüs salonuna girdiğinde;
Bediüzzamanın ellerini kollarını çemremiş, abdest almış,
soba başında mendilini kurutmakta ve altmış kadar meb’uslarla sohbet etmekte
olduğunu görünce, daha da çok hiddete gelerek:
“Hocam! burası Millet Meclisidir, bu ne hal?.. Biz seni
buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sizin yüksek
fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler
yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz!” diyerek şiddetli bağırmış.
Bunun üzerine, daha çok hiddetlenen Bediüzzaman:
“Evet, burası milletin meclisidir…”
Ve devam ederek:
“Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan
sonra namazdır. Namazı kılmıyan hâindir, hâinin hükmü merduttur..”
Şeklinde ciddî ve sert bir mukabelede bulunur.
Üstâd’ın bu sert mukabelesi ve şiddetli cevabı karşısında
M. Kemal Paşa hiddetini zahiren geri
almış ve: “Hocam haklıdır…” diyerek işi yatıştırmış, hem de Bediüzzaman’a
tarziye vermiştir.
Zübeyr Ağabeyin Not Defterinde “M. Kemal Paşa ile
mûnakaşasından sonra, onun Üstâd’a karşı tarziye şeklini şöyle anlatıyor:
“Efendim, ben biraz evvel arkadaşlarımla yaptığım bir
münakaşadan sonra buraya gelmiştim. Hiddetim size karşı değildir. Siz
haklısınız” diyerek tarziye vermek suretiyle mukabelede bulunmuştur.”
Bu hadiseden sonra Bediüzzaman Hazretleri dört ay kadar
bir zaman daha Ankara’da kalmış ve bu arada Habab ve Zeyl-ül Habab adlarında
iki tane Arabî risalesini orada te’lif edip, tab’ ettirmiştir.
Devamı Pazartesi..
(Bediüzzaman Saidi Nursi Hazretlerinin zehirlenme
vakasını yarın siz değerli okuyucularımla paylaşacağız.)