RAMAZAN AYINA GİRERKEN! (V)
Evet, sevgili okurlar.
SÖZ’ün değerli dostları…
“Ramazan Ayına Girerken” başlıklı yazı serimiz bir müddet
böyle daha edecek.
Zira mübarek Ramazan ayının ne kadar kutsal bir ay
olduğunu, bu ay içerisinde yapılan ibadetlerin sahiplerini yüce Allah’a ne
derecede yaklaştırdığını, yüce Kur’anda ve sünnet-i nebevviyede açık bir
biçimde bildirilmiştir.
İnanan bir toplum olarak, “Acaba biz bu ayın içindeki
yapılan oruç ibadetiyle, namaz, zekât ibadetleri gibi çok önem taşıyan
değerlere hakkıyla sahip çıkabiliyor muyuz?”
Bu düşünceyle yola çıkarak yüce Ramazan ayının hürmetini
ve saygınlığını toplumsal olarak bünyemize layıkıyla taşıyabiliyor muyuz,
anlayabiliyor muyuz, inanarak, düşünerek taşıyabiliyor muyuz?
İşte kendi kendimize öz eleştiri olarak soru halinde siz
değerli okurlarımızla paylaşmak üzere bunları kaleme alıyoruz.
Bu nedenle dünkü bu köşede ifade etmeye çalıştığım konu;
inanan bir İslam ümmeti olarak gerçekten Allah’ın bize vazife olarak bildirdiği
emirleri yerine getiriyor muyuz, yasaklarını da içimizden arındırıp atabiliyor
muyuz?
İnanın sevgili dostlar.
Kendi kendimize verebilecek cevabımız, kocaman bir “Hiç”
olacaktır.
“Hayır” olacak, “Yok” ifadeleri olacaktır.
Çünkü geçmişe yönelik o yüce ecdadımızın yaşadıkları
kahramanlıkları bugün biz yaşayamıyoruz.
Bırakın yaşamayı, onun inancında bile değiliz.
Zira tefessüh etmiş, yani çürümüş batıl inançlarla
donatılmış bir potansiyel, hele bu potansiyelin çoğunluğunu temsil eden böylesi
gençlik olunca, hal-i vaziyet orta yerde?
İşte toplum olarak nerdeyse her gün biraz daha uçurumun
kenarına doğru gitmekten kendimizi kurtaramıyoruz.
Bir toplumun, ilim ve irfan yuvaları olarak bilinen Milli
Eğitim Camiasında okutulan karma tedrisatından tut, müfredat ders usullerine
kadar, İslam dışı tağuti bir düzenle inanarak buna bağlı kalmamız, bize her
şeyi anlatıyor.
Adalete değil, batıla inanıyoruz.
Hukukla değil, hukuksuzlukla yaşıyoruz.
Helalle değil, haramla yetiniyoruz.
Bu kavramlar toplumun her kesimince bilinmektedir.
Bilerek veya bilmeyerek ona inanıyor, onunla yaşıyoruz.
İnandığımız, bel bağladığımız, güvendiğimiz ve
onayladığımız ne kadar kötülükler varsa, topluma iyi olarak enjekte edilmiş,
ediliyor ve edilmeye de devam edilmektedir.
Bu da mevcut eğitim camiasındaki okutulan ders
kitaplarıyla, yapılmaktadır.
Artık bizim hayatımıza girmiş vazgeçilmez bir parça
haline gelmiştir.
Toplumda haksızlığın, kötülüğün, adaletsizliğin ve
hukuksuzluğun varlığı vazgeçilmez bir parçamız haline gelmişken, tam tersine
hukukun, adaletin, hakkın, hakkaniyetin ve helalin varlığı nerdeyse yasaklanmış
durumda.
Otoritelerin eliyle topluma haramı helal kılmak, helâlı
da haram göstermek, bize göre bu acıdan daha büyük bir acı düşünülemez.
Zira bir toplumu yok edebilmek için, o toplumun Allah’ın
Kur’andaki emirlerini yaşamasına yasak getirmek, kötülükleri de meşru
kılmaktır…
Bir toplum için de en büyük badire bu olsa gerek.
***
Bilindiği gibi hayatta toplumları toplum eden, ülkeleri
büyüten, milletleri güçlendiren; Allah’ın vazgeçilmez, değişmez, değişmeye tabi
tutulmaz ilahi hükümleri vardır…
Değişmez adetleri ve adaleti vardır.
İnanan bir toplumun yeryüzünde gelişebilmesi için,
öncelikle ve özellikle Allah’ın koymuş olduğu emirlere uyup, yasaklarını da
içinden söküp atması gereklidir.
Eğer tam tersine bir toplum, inandıkları yüce İslam dininin
hakikatlerini arka plana atarak, gençlik potansiyelini Kur’an gerçeğinden
uzaklaştırmakla kendi yaşamını biçimlendiriyorsa…
Allah’ın vazgeçilmez ve değişmez o hükümleri hemen
devreye girer.
O hükümler ise düşman olarak inandığı kimseleri onlara
doğru dönüştürüp, o düşmanı onlara musallat ediyor ve nefret ettiği o
düşmanlardan hak ettiği tokadı da yiyor.
Bu, Allah’ın vazgeçilmez kanunudur..
Tıpkı 700 yıllık bir Emevi İslam Devletinin başına
geldiği gibi…
700 yıl İspanya’da İslamiyet’i yaşatan, gerçekleştiren, o
İslam ümmetinin büyük ecdatları her nedense onların getirdiklerini
kabullenmeyerek, batıla ve inkârcılığa yönelmiş bir toplum olarak, aniden
ortaya çıkıverdiler..
Allah, o Endülüs Müslümanlarının başına Hıristiyan
mezalimini musallat ediyor ve Endülüs onların elinden alınıyor.
Tıpkı Yahudi, İngiliz ve Rus emperyalizminin ittifak
ederek Osmanlı devletinin yıkılışındaki kumpaslar gibi…
Zira Osmanlı yıllar yılı bünyesinde barındırdığı yüce
İslam Hilafetiyle şereflenmiş, şeref ve izzetini Allah ve Resulünün emirlerini
yerine getirmekle hayatını idame etliştir.
Ki, 600 yıllık bir hükümranlığı vardır.
Ama ne var ki, 1839’da devletin bünyesine yerleştirilmiş
cüce Mustafa Paşa gibi masonların gizli teşebbüsüyle, kocaman bir Osmanlı yok
edildi.
* * *
Hatırladığınız gibi dünkü yazımızda da Osmanlıca bir
kavram kullanmıştık;
“Gülhane Hattı Hümayun Fermanı”yla başlayan ve her gün
biraz fazlasıyla yürüyen Tanzimat Fermanının mucitlerinin başında Ermeniler,
Yahudiler ve İngiliz ajanları gelmektedir..
İşte bunlar tarafından II. Sultan Mahmud’un eliyle
yazdırılan kandırıcı "Batılılaşma sevdası", millete enjekte
edilmiştir..
Hem de kandırıcı, sözde ikna edici değişik versiyonlarla
bunu gerçekleştiren masonlar, 600 yıllık bir devletin varlığını sıfıra
indirebilmişlerdir.
Tıpkı bugünkü gibi kendilerine “Kanaat önderleri” vasfını
yakıştıranlar tarafından bir devlet yok edildi.
Olay aynen şöyle cereyan ediyor;
Sultan II. Mahmud 16 yaşındayken saltanat tahtına
oturuyor ve 1843’lü yıllara kadar Osmanlıyı yönetiyor.
Çok genç yaşta devletin yönetimini eline alan bu padişah
gerçekten çok sadakatli, çok dürüst, çok inançlı bir devlet adamı olduğunu
tarihe kabul ettirebiliyor.
Ama ne yazık ki etrafını saran, “tıpkı yakın tarihimizde
olduğu gibi” nice yalakalar, kimliğini gizleyen devşirmeler, hem de içimizdeki
Yahudi ve Hıristiyan toplumuna mensup devşirmeler…
Hem de bunların başını çeken masonluğuyla bilinen cüce
Mustafa Paşa…
Padişah’ı yanıltarak, huzur-i hümayuna ikide bir çıkıp
Osmanlıyı batılılaştırmaya ikna etme çabasına giriyorlar.
“Beyaz’ı kara, karayı beyaz” olarak gösteriyorlar.
“Artık çağdaşlaşalım, batı medeniyetini buraya getirelim,
ama her şeyin başında şeriat hükümleri geçerli oluyor, Kur’an hâkimiyeti söz
konusu oluyor” demekle padişahı ikna ederek, kendisinin güzel el yazısıyla
Tanzimat Fermanını yazdırıyorlar.
Ve buna da Gülhane Hatt-ı Hümayun adını koyuyorlar.
“Devletin yönetim biçimi İslami hükümler paralelinde
yapılacaktır. Osmanlı devleti, Müslüman’ın ana hükümlerini icra edecektir”
Ama en can alıcı maddelerden birisi de “Hürriyet,
kardeşlik ve eşitlik”.
Yani Osmanlı deyimiyle; “Uhuvvet, hürriyet ve müsavat”
kavramları da Padişahın el yazısı olan “Hatt-ı Hümayun” ile yazdırılıyor.
Ancak müsavattan kasıt, içimizde bulunan “Hıristiyanlar,
Yahudiler, Müslümanlarla yeknesak olarak aynı hak ve hukuka sahiptir” kavramı
da madde olarak yazılıyor.
“Yaşam biçimlerinde gerçek vatan evlatlarıyla fark
olmayacak ve Avrupa’nın teknolojisi, medeniyeti ülkeye yerleştirilecektir” diye
bu ferman yazılır ve ondan sonra peyderpey Osmanlı yönünü şaşırır ve devlet
ciddiyeti tersyüz edilir.
Ta ki Sultan Abdülhamit’e kadar…
Sultan Abdülhamit, 33 sene hükümranlığı elinde tutuyorsa
da sonuç itibariyle sahte bir fetvayla “Delilikle” itham edilir ve tahttan
indirilir.
Ve aynı o masonik anlayışın uzantısı olan İttihat Terakki
Cemiyeti de devleti eline geçirmektedir.
Ta ki günümüze kadar…
Türkiye Cumhuriyeti olarak, şimdiki içine düşmüş
olduğumuz badire, o günlerin bir uzantısıdır.
Hiç kimse kusura bakmasın.
Dün ne idik, nasıl yok olduk?
Bugün aynı o versiyonla yok edilmeye mahkûm gibi
görünüyoruz.
Allah encamımızı hayreylesin.
* * *
AK Parti iktidarının bünyesinde özellikle
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın etrafını çeviren ve yıllardan
beri kendini dost olarak gösteren nice devşirme, çıkarcı, rantiyeci yalakalar
vardır.
Ve bunların çoğu da Doğu ve Güneydoğu Anadolu coğrafyasından
giden insanlardır.
Gerçek kimliğini göstermeyen PKK anlayışına yakın
şahsiyetlerdir.
Bunlar, AK Parti iktidarını yanlış yollara
yönlendiriyorlar.
Biz hep söylüyoruz.
Bazı laflarımız belki malumu ilan etmeye benziyor ise de
bize göre bazı şeyleri tazeleyip hatırlatmakta fayda vardır.
Terörün bu coğrafyadan ve tüm Türkiye’den yok
edilebilmesi için devleti temsilen bu coğrafyaya gönderilen bürokrat kesimin,
mutlaka dürüst, iz’anlı, şerefli insanlar olması lazım.
Kozmopolit, herkese mavi boncuk dağıtan, riyakâr
görüntülü bürokratlar, yarar yerine kesinlikle zarar verirler.
Ve nitekim vermeye de devam edilmektedir.
Bundan dolayıdır ki terör her gün biraz daha oldukça
azıyor ve yayılıyor.
* * *
Yargı mekanizmasına baktığında…
Ne yazık ki bazı Yargıçların, özellikle İş
Mahkemelerindeki verilen kararlar, genellikle yanlı kararlardır, hukuk dışı
kararlardır, keyfiyete dayalı kararlardır ve hukuku çiğnemekten başka bir şey
değildir.
* * *
Yürütmeye gelince…
Valiliklerin bünyesindeki bazı Vali Yardımcıları olsun,
Kaymakamlar olsun…
Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, nerdeyse Diyarbakır
eski Vali Yardımcısı efsanevi Yılmaz Aydoğan’ın izini takip ederek görev
yapmaları gözlerden kaçmıyor.
Biz, kamuoyu olarak tüm bunları gözetim altına alarak,
yaptıklarının tüm gerçek yüzlerini kamuoyuna yansıtma görevini taşıyoruz.
Ve böylesine devlet bünyesinde yapılan kirlenmelerin
kimsenin yanında kar kalmayacağına da inanıyoruz.
En derin saygı ve sevgilerimle.
Hayırlı Cumalar...