SİYASETTE, EMANETE SADAKAT VAR MI?!! (III)
Evet, değerli SÖZ okurları…
Üç günden beri ülkenin gündemini işgal eden “Özgecan
Aslan” olayı ülkemizin tüm insanlarının kalbine bir "manevi hançer"
gibi saplanmış durumda.
Kınamalar, katili linç etme girişimleri, devlet
zirvesinden yükselen haykırış sesleri ve mağdur ailenin evine akın akın giden
taziye kafileleri.
Peki, neredeyse dünya gündemine giren bu alçalış
hareketinden alınması gereken ders-i ibret sizce ne olmalıdır?
Yani dün de yine aynı köşede, aynı sütunlarda ifade
etmeye çalıştığım gerçek şuydu;
"Bu yara daha tazedir, yavaş yavaş toplumun derin
rüyasına gömülüp gidecek.
Olay eskir, unutulur.
Ama işlenen bu insanlık suçunun varlığı devam edecek.
Nerede devam edecek?
Toplumun birçok kesiminde kadına karşı şiddet devam
edecek.
Faili meçhul cinayetler devam edecek.
Eskiden beri yapılan terör acımasızlığı devam
edecek."
Tek kelimeyle özetlemek gerekirse, aynı katil ve cinayet
suçları, şiddet, nefret, kin sürdürülecek, yine kamuoyunu teselli etme
cihetinde sistemin temsilcileri olan iktidar olsun, muhalefet olsun, “ah, oh”
deyip duracak, “kanı yerde kalmayacak”, “kahrolsun, aşağılık, alçak” gibi
deyimler tazelenen her olayın sonunda kendi tazeliğini koruyacaktır.
Ama kalıcı bir önlemin alınması söz konusu değil.
Verilecek ağırlaştırılmış müebbet hapis, hatta kaç defa
ağırlaştırılmış müebbet hapis verilirse verilsin..…
Tüm bunlar hayali.
Diyelim ki verilen ceza yüz yıl olsun..
Ağırlaştırılmış bir ceza verilsin..
Bir yüz daha etti iki yüz yıl hapis cezası olsun..
Peki, bu katilin, bu caninin ömrü o kadar var mı ki
cezaevlerinde işkence yaşayıp da sürdürülsün.
Hayır.
Akla ziyan gelir ve insanı güldürür.
Hem de alay edercesine güldürür.
Zira “Görünen köy kılavuz istemez”
Siyasetin, politikanın, rejimin, sistemin, morfinleriyle
olaylara karşı uyuşturulmuş bir toplum, hep böyle mi devam edecek?
Bir ülke böyle mi yönetilecek?
* * *
Bakınız, sevgili okurlar.
Tarihi gerçeklerden, geçmişimizden, ders almazsak, ibret
almazsak, hiçbir zaman bir yere varamayız.
Dün neydik, bugün yine aynı oyuz, yarın yine aynı.
Zira emperyalist haçlı dünyadan ithal edilmiş yasalarla
yönetilmekte olduğumuz aşikârdır.
Batı dünyası ne zamana kadar İslam dünyasına dost olmuş
ki bugün de dost olsun.
Örneğin, her sabah önümüze kahvaltı olarak konulan
sofrada çok güzel tereyağıyla bal görüyoruz, hemen iştihamız kabarıyor ve
kaşığımızı atıp, balla tereyağını yiyoruz.
Ama meğerki içinde gizli konulmuş bir öldürücü zehir
var..
Ondan haberimiz yok.
Yumuluyoruz o zehirli balı yemeye devam ediyoruz.
Bir de bakıyorsun ki sofradan kalkar kalkmaz, mide ve
bağırsak sancıları tutar ve hemen o balı zevkle yiyen kişi yere serilir, ölür
gider.
O tatlı balın yenmesi acaba o insana fayda mı verir,
zarar mı verir?
Bunu düşünmek lazım!
Çünkü, zarar veriyor ve öldürüyor.
Haçlı emperyalist ve Siyonist dünyanın da bilimsel olarak
bize gösterdikleri hayat akışları, bize gösterdikleri sözde teknoloji ve
ekonomi, ne kadar yararlı görünüyor ise de hiç unutmayalım ki onun temelinde içine
konulmuş öldürücü bir zehir vardır.
O da gizliden gizliye enjekte edilen, ahlaki ve kültürel
çöküntüdür.
Bizi aldatıcı morfinlerle uyuşturan batı dünyası ne yazık
ki tarih boyunca hep İslam ülkelerini hedef seçmiştir.
Büyük gizli fitne unsurlarını, bünyelerine yerleştirmiş
ve ümmetin içine o fitne unsurlarını enjekte eden satılmış piyon ve ajanları da
kullanmıştır.
* * *
Bizi İslam’dan uzaklaştıran bu kirli anlayış, bugüne özgü
değil..
Yüz sene evvele dayanmaktadır.
İsviçre’nin Lozan ilçesinde gerçekleştirilen ve adına
“Lozan Zaferi” denilen o tarihi imzalı sözleşmedir; "bizi tahrip"
eden.
Ki hala da devletimizin günlük yaşam hareketine
hâkimdir..
İngiliz baş murahhası yani dönemin Dışişleri Bakanı Lord
Gürzon ile İsmet İnönü’nün imzaları bu memleketi ne yazık ki hala da batı
köleliğinden kurtaramamıştır.
***
Nerede ise mağdur ve maktul insanlar unutuluyor.
İşte insan bu çirkin manzaraya baktığında, gerçekten
söylenecek bir şey bulamıyor.
Ancak derin tarihi bir nefret çekiyor, iş işten geçmiş ve
hiç de elden bir şey gelmiyor.
Benliğimizi yitirdik, tarihimizi unuttuk, inancımızı
paketleyip tozlu raflara koyduk.
Hala da, Avrupa Birliğine girme sevdası hâkim veya
Birleşmiş Milletlere üye olma sevdası…
Fakat millet olarak, devlet olarak, ayağımızı koyduğumuz
"zemini" görmüyoruz.
Çünkü, şuur kilitlenmesiyle adım atıyoruz.
Adım atılan her zemin ne yazık ki kaygan bir zemindir
veya heyelanlı bir zemindir.
Onun için de, her gün biraz daha uçuruma doğru bizi
götürüyor.
Kim kimi kandırıyor?
Yüzde 99,9’u Müslüman olan bir toplum, fersah fersah
Kur’an gerçeğinden uzaklaştırılıyor.
Kur’an ne diyorsa, bize tam tersi yaşatılıyor.
Evet, suçluya acıyoruz, katile hükmen acıyoruz.
* * *
Bakınız, sevgili okurlar.
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in “Nur” suresin 2.
ayetinin hükmünü sizinle şöyle paylaşalım, yorumu da size ait olsun.
Ayet mealen şöyle diyor;
“Ve lâ te’huzukum bi himâ ra’fetun”
Yani zina yapan, fuhuş yapan erkek olsun, kadın olsun,
hak ettiği ceza ne ise onu uygulayın.
Zira topluma saçtıkları fuhuş pisliği, toplum için
öldürücü bir zehirdir.
Ayetten kasıt, toplumun bünyesini zedeleyen ahlakını
yozlaştıran birer tahrip kalıbı olarak görünen fuhuş ahlaksızlığını ortadan
kaldırmak için, İslam hukuku gereği ne ise onu uygulayın diyor?
O zaman göreceksiniz ki bir soytarı, megalomanyak,
sarhoş, adeta maymunlaşmış haydut bir insan, gencecik kızlara tecavüz
edemeyecek, istediği gibi diri diri ellerini kesemeyecek, onunla da yetinmeyin
öldüremeyecek?
Ve o'nu da yakamayacak.
Yapsa bile, o suç yanında kar kalmayacak?
Bize göre, Tarsus'ta yaşanan bu olay ne kadar iğrenç bir
suç ise, bu suçu işleyen katil ne kadar canavarlaşmış bir yaratık ise, bu suçu
işleyenin gerçek hukuk simgesi olan İslam hukukunun maddesini tatbik etmeyen
zihniyet; devlet olsun, iktidarlar olsun veya parlamentonun tümü olsun…
Onlar da o katil kadar suçludur, sorumludur?
Hiç kimse slogan atmakla kendini teselli etmesin ve
milleti de morfinlemesin.
Özellikle siyasi parti liderlerinin demeçlerine bu millet
artık kanmamalıdır.
Kamuoyu soruyor, siz eğer gerçekçiyseniz, bu ümmetin
temsilcileri iseniz, ümmetin dedikleri ve yaşam şekli ne ise kamusal düzenin
sağlanması ne ile yapılıyorsa, onu tatbik edin.
Sözde bilim adamı geçinen batı dünyasının hain bilim
adamlarına uymayınız.
Evet, sevgili okurlar.
“Âli İmran” suresinin 110. ayeti bizi ümmet olarak,
ümmetlerin en hayırlısı olarak tanımlamıştır.
Ve ayet mealen şöyle diyor;
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en
hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.
Eğer, Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu.
(Gerçi) İçlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır”
Bu ayet bizi nereye götürüyor acaba?
Düşünmek lazım.
Bu hayriyet, bu güzellik, bu seçkinlik insanların
fizikselliğine yönelik değildir, ırk ve asabiyete yönelik değildir, hele hele
kavmiyete, coğrafyaya yönelik değildir, bu hayriyet, bu güzellik Risalet-i
Ahmediyeye dayanıyor.
Hz. Muhammed (s.a.v)’in bi’set evveliyatına dayanıyor.
İşte ümmet olarak yeryüzüne çıkıp da insanlara zarar
vermek için değil, güzellik için çıkmışız.
Ama bakıyoruz ki tam tersiyle karşı karşıya kalmaktayız,
hayırlı bir ümmet olup iyilikleri emredip, kötülükleri de yasaklayan bir emir
olmaktan çıkmış durumdayız.
Hele hele Allah’a ciddiyetle inanmış bir ümmet olma
vasfını ne yazık ki bugün taşıyamamaktayız.
Oysaki bu tarihi bir gerçektir ki Müslümanlar yani bu
ümmet inandığı dinin hükümlerini aralarında tatbik ettikleri müddetçe büyüyor,
yüceliyor ve terakki ediyor.
İnsanlık tarihi buna şahittir.
Ne kadar dini gerçeklerinden uzaklaşmışsa, o da o kadar
Allah’tan uzaklaşmış ve insanlıktan uzaklaşmış duruma giriyor ki kendini
gerilemekten, alçalıştan alıkoyamıyor.
* * *
Endülüs Emevi devletinin tarihi göz önünde.
500 sene yönetimi elinde tutan Abbasi Devletinin sonu
ortada.
Memlüklüler’in sonu ortada.
Osmanlının 624 sene hükümranlığı da açık ve nettir.
Bu tarihi devletler, Avrupa’dan gelmiş devletler
değildir.
Bunlar Hazreti Muhammed (s.a.v)’in risaleti bünyesinde büyüyerek
gelmiş devletlerdir.
Ama ne yazık ki İslamiyet’ten sırtını çevirdikleri vakit
yeryüzünden silinip gitmişlerdir.
Yerlerine haçlıların küfür ve zulüm çizmeleri o
toprakları çiğnemiştir.
Gerçekten bu tarihi gerçeklerden ders-i ibret almak
lazım.
Morfinli iğnelerle toplumu uyuşturmaya kimsenin hakkı
yok.
Gerçek İslam hukukunu tatbik ediniz ki doğru dürüst
sorumluluğu ve mesuliyeti düşünüyorsanız, bu tür olaylara karşı İslam hukuku
kaçınılmazdır.
Eylemin çeşidine göre ceza verilmelidir.
Yoksa çırpındıkça batıyoruz, çabukça aklımızı başımıza
almamız lazım.
Bakınız, dün basına karşı olayı anlatan TBMM Başkanı
Cemil Çiçek, bir basın mensubunun bu katile idam cezasının verilmesi hakkında
sormuş olduğu soruya şöyle cevap veriyor;
“İdam cezası uluslararası taahhütlerle birlikte
tartışılmalı”
Gerçekten bu ifade toplumumuz için utandırıcı bir
ifadedir.
Uluslararası anlaşma dediği, Birleşmiş Milletler ve
Avrupa Birliği anlaşmasıdır.
Hala da aklımızı başımıza alamıyoruz ve uluslararası
anlaşma dedikleri, bize göre zafer olarak nitelendirilen “Lozan Hezimeti”dir.
Bu hezimete devam mı edeceğiz?
Toplumsal olarak bu millet, bu hezimete hala rıza
gösterip susacak mı?
En derin saygı ve sevgilerimle.