SOSYAL KONUT PROJESİ, BİR DEVRİM MİDİR?

Hiç kuşkusuz ki “maddi” yönde bir devrim, değişim ve gelişim adına da bir milattır! Ve en önemlisi de; “ahalinin” beklentilerine, siyasal iktidar noktasında cevap verebilme başarısını ortaya koyabilmektir.. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 3 gün önce Türkiye’nin gündemine taşıdığı “Sosyal Konut Projesi”, halkta büyük bir karşılık gördü..

***

Öyle görünüyor ki ilk etapta yapılması planlanan 250 bin konut, çok katlamalı rakamlara ulaşacak.. Nitekim yazıyı kaleme aldığım saatlerde, bankalar ve e-devlet üzerindeki başvuruların 1.5 milyonu, aştığı ifade edildi.. Yoksul ve dar gelirli ailelere yönelik projenin ilk etabı tamamlandığında dile kolay 3 milyon 750 bin insan, “güvenli yaşam” alanına kavuşmuş olacak…

***

Tabi proje büyük... Ve gerçekten de “ekonomiksel kalkınma” noktasında “devrim” niteliğindedir. Denir ya, siyasal yönetimler açısından, her babayiğidin işi ve harcı değil, böylesi projeleri, ikmale getirip sonuçlandırmak!.. Erdoğan bu çıkışla, tarihi bir hamle yapmıştır, takdire de şayandır…

***

Özellikle “küresel ekonomide” yaşanan kriz ve sıkıntıları “iliklerine kadar hisseden” milletin ve devletin refah düzeyinin yükseltilmesi noktasındaki mücadelede, bu proje önemli bir ivme kazandıracaktır.. Birçok yönüyle, küresel ve ekonomiksel sorunları giderme adına nefes aldırıcı olacak… Yani isabetli bir karar ve proje…

***

Tabi projenin açıklandığı zaman dilimi açısından, minik bir serzenişim var.. O da; böylesi tarihi ve miladi bir projenin hayata geçirilmesinde; “geç kalınmıştır..” Bunu derken, özellikle “seçim sath-ı mailine” girildiği bir evrede bu adımın atılması, sorgulatıyor.. Onun için; keşke seçimler yaklaşmadan evvel deklare edilseydi, birileri “seçim vaadi” deyip, işe gölge düşürme art niyetliğine düşmeseydi…

***

Hâsılı kelam! Cumhurbaşkanımız çok isabetli bir adım atmıştır.  İnşallah Cumhurbaşkanı toplumsal ekonomiksel sıkıntıyı, böylesi tarihi projeleri hayata geçirerek giderecektir.. Şunu da ifade edeyim; “bu projeyle” kalınmamalı, çünkü ekonomik yöndeki sorunların çözümünde “kâfi gelmez..” Niceleri sıralanmalı..

***

 

Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “toplumsal birliği ve dirliği” sağlama adına, 20 yıllık iktidarı dönemine bakıldığında; “çok önemli” projelere imza attığını görüyoruz.. Ki Sosyal Konut Projesinin teminatı da bugüne kadar “devrim niteliğinde” hayata geçirilen projelerdir.. Erdoğan’ın devrimsel sürprizleri içeren adımları, milleti memnun ettiği gibi, iktidar noktasında da kendi tarafına çekmiştir… Aralıksız olarak 20 yıldan beri iktidarını sürdürmedeki temel sır da “hizmet üretici” olabilmektir..

Netice itibariyle bu devrimlerin, bu tarihi projelerin, Cumhuriyet tarihinden bu yana yapılanın, misli katını 20 yılda yapan kişi, başkumandan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dır… Sanmıyorum ki bunu inkâr eden olsun…

* * *

Lakin gelişen son zaman dilimi noktasında “amma velâkin” diyecek hale geldi…

Çünkü, her şey “ekonomiksel” sıkıntılarla örtüşmüyor.. Maddi yönde mücadele yoksa, ama gel gör ki, “manevi yönde” büyük bir tahribat söz konusudur.. İşte asıl arıza-i durum burasıdır; çünkü toplumsal ahlaki çöküntüleri dizi, boyu değil, gırtlağa dayanmış hale geldi.. Boğuluyoruz…

***

Mevcut hal; Sosyal dengesizliği önleyemez.  Gençliği alışmış sapkınlıklardan çeviremez.

Aile faciasını ortadan kaldıramaz.  Toplum her gün biraz daha batılılaşma ahlakının girdabında, yok olmaya sürükleniyor..

***

Bu itibarla diyoruz ki;

Cumhurbaşkanımızın tüm bu yaptığı önemli devrimlere katılıyoruz ve tebrik ediyoruz.

Fakat bize göre toplumun istek ve arzuları her şeyden önce batı dünyasından ithal edilen yerli ve milli olmayan bir demokrasiden vazgeçilmesi gerektiği gerçeğine odaklanılması lazım.. Şu İstanbul Sözleşmesi’nin imzası her ne kadar geri çekildiyse de gençliğin aynı ahlakla karşı karşıya bırakılmakta olduğunu görüyoruz. 

***

Denir ya; “Görünen köy kılavuz istemez…”

Yaşanan hal-i durumu biz  her zaman yazıyoruz, çiziyoruz ve sesimizin çıktığı kadar da yüksek volumle, dillendiriyoruz..

Ve diyoruz ki..

Bu millet aç kalabilir.

Gam yemez.

Fakruzaruret içerisinde kıvranıp durabilir.

Umursamaz.

Bu millet her zaman için iç ve dış düşmanlara karşı savaşmaya da hazırdır?

Tavizsiz, rıza gösterir.

Vatan sağ olsun, millet sağ olsun..

Özetle, her şeye gelir…

Amma velâkin, dinden uzaklaşmayı, toplumun, halkın ve gençliğin sekülarist ve Kemalist bir anlayış paralelinde yürümesine, dejenere olmasına asla razı olmaz…

Değerlerine halel getirilmesine müsaade etmez!..

***

Gözler maddeye ne kadar çevrilirse çevrilsin, milletin ısrarla vazgeçmeyeceği temel gerçek, bilinmelidir ki inancıdır..

Secde ettiği dinidir ve imanıdır..

Bağlı olduğu kitap ise Kur’an-ı Kerim’dir…

Kültürünü de medeniyetini de aba ecdadından almıştır..

Tarihi mirasıdır…

İşte bu noktada diyoruz ki keşke Cumhurbaşkanımız, bu yaptığı sürpriz devrimlerle birlikte bu hususta da devrimler icra etseydi..

Özellikle, Milli Eğitim camiasına neşter atsaydı…

Yepyeni devrim silsilesini, eğitim ve öğretim müfredatında ortaya koysaydı…

***

İşte Ayasofya camisi..

Bir asra yakındı, pranga vurulmuştu…

Müze olarak tutuluyordu…

Sağ olsun Ayasofya’yı yeniden Cami hüviyetine kavuşturdu. 

Hep dua ediyoruz kendilerine..

Allah o devrimin yüzü suyu hürmetine Sayın Cumhurbaşkanımıza uzun ömürlü yaşamayı nasip eylesin ve toplumun başından eksiltmesin diyoruz..

Lakin Ayasofya açıldı ama namaz kılanlar belli bir kesim.

O semtten geçen gençliğin, erkek olsun, kadın olsun ki özellikle kadınların kılık kıyafeti, açılıp saçılmaları;  İslam dışı bir yaşam hali “rezillikleri” içeriyor…

Görülen manzara karşısında; “tepki vermemek” elde değil..

Unutmayalım ki bu millet bağırmaz, çağırmaz, sessiz yürür.

Ama o sessiz yürüyüşünün de her an için çok ağır bir şamara dönüşebileceği gerçeğini, kimse göz ardı etmemeli…

Nitekim bu millet bunları görmüştür, yaşamıştır.

27 Mayıs’tan tutun da 15 Temmuz darbe girişimlerine kadar.

Bolşevik zındıka girişimlere karşı direnişe geçen bu millet, Cumhurbaşkanının yakasını kimseye kaptırmamıştır.

Kaptırmamak için ruhları, canları pahasına da olsa o rızayı göstermiştir.

Ulusalcı, devrimci, Kemalist anlayışıyla sekülarist anlayışına karşı bu millet hep dik durmuştur.

Dik durmaya da devam edecektir.

Milletin sessiz ve yavaş yürüyüşüne kimse aldanmasın.

Meşru zeminde bir haykırış yaptı mı kimse o haykırışı da önleyemez.

Yani, milli iradenin üzerinde bir irade söz konusu değil.

* * *

Bakınız, bir hafta önce İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in karıştığı halt, oldukça pis koku vermiştir ve vermektedir!

Cumhurbaşkanı kamuoyu adına ona gereken dersi ve cevabı vermiştir…

Ama bize göre bu da azdır.

Daha sert bir sesle, Tunç Soyer’in edepsizce Osmanlıya, Sultan Vahdettin’e uzattığı dil kesilmelidir.

Ve haykırılmalı…

Eeey Tunç Soyer!

Sen kimsin?

***

Hatırlatmak gerekir, şu tarihi vecize sözü…

Denir ya;

“Vaktinden önce öten horozun başı kesilir..”

Tabi mecazi anlamda..

Bu milletin değerleriyle, tarihiyle, kültürüyle “oynayan” ve hakaret edecek kadar şuursuzlaşan her kim olursa olsun, demokratik teamüller çerçevesinde, hesap sorulmalı ve verilmelidir..

***

Soyer’in bu ifadesi, “sıradan” ve spontane değil..

Seçim evresinde, bir oy devşirme malzemesi olarak Osmanlı’yı ve İslam’ı hedef alman, bil ki dün gibi bugün de, senin anlayışın için bir nafiledir…

Çaban beyhudedir…

Bil ki Sultan Vahdettin.  Haşa, yüz bin defa haşa, o hiçbir zaman hain olmadı ve değildir.

Sultan Vahdettin’e hain diyenler haindir..

Onlar, satılmış birer piyonlardır.

Sultan Vahdettin, fakruzaruret içerisinde Şam’da vefat edip defnedilirken, onu o hale sürükleyenlerin arka planında unutmayalım ki batı emperyalizmiyle, Turancılık anlayışıyla işbirliği yapan, Bolşeviklerdi?!

İçimize sızıp, büyümüş dış güçlerle işbirliği yapan “İttihatçı” hainlerdir.

İşte hainler onlardır ki 1908’de devrim adı altında yola çıkarak Sultan Abdülhamid’i tahttan indirdiler…

Osmanlıyı her gün biraz daha gerilettiler…

Esas hain olanlar, o İttihat Terakki Cemiyetinin kirli ittifakları ve kirli plan ve tuzaklarıyla Osmanlı “güçsüzleştirildi?”..

Hasta adam, konumuna sokuldu..

Sultan Vahdettin Han, pırıl pırıl bir Müslüman’dı.

Devletine, milletine sahip çıkan bir devlet adamıydı.

Ama sözde kurtarıcı hainlerin kurdukları tuzak açıktı.

O kurulan tuzakla, öncelikle Sultan Abdülhamid’i alaşağı ettiler.

Sonra “gel keyfim, git keyfim” devleti ele geçirdiler.

Ama gelin görün ki o esnada I. Dünya Savaşı gerçekleşti.

1909’dan 1920’lere kadar hiçbir Osmanlı Padişahının devletle alakası kalmamıştı.

1909’dan sonra şeklen padişahlık söz konusu olduysa da 1918’de devlet başına Sultan Vahdettin getirildi ki o da şekli bir oluşumdu.

İşin ucu, aslında arka planda p…..ların elindeydi.

İngilizlerin bir kuklası durumuna giren İttihat Terakki Cemiyetinin, Osmanlı devletine el koymaları, devleti ele geçirme hali, rastgele bir olay değildi.

Arka planda Osmanlı ordusunun bünyesinde yetiştirilen, neidüğü belirsiz subaylar, bu işin piyonlarıydı..

Ama devlet gitmişti.

Sultan Vahdettin şeklen iş başındaydı.

Ona iftira atanlar kahrolsun diyoruz.

Sizde mertlik yok.. İnsaf da yok…

Açık ve aleni şekilde yalan dolana sarılmış, hainlikler icra ediyorsunuz…

Ve bilin ki kimse pırıl pırıl bir devlet adamını lekeleyemez, çamur atamaz.

***

Sevgili dostlar.

Bakınız, Yeni Şafak Gazetesinin yazarlarından değerli Hüseyin Likoğlu kardeşimizin Sultan Vahdettin hakkında, kaleme aldığı yazıdan, bazı satır başlarını size aktarmak istiyorum…

Sayın Likoğlu diyor ki;

“Vahdettinin mezarı Çamlıcaya getirilsin”

Nasıl ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, ansızın 84 yıldan beri kapalı olan Ayasofya’yı açabildiyse, yine aynı şekilde Sultan Vahdettin’in mezarını da Çamlıca’ya getirmelidir.

“Osmanlı’yı yıkmak ve Anadolu’yu Hristiyanlaştırmak için bu topraklara gelen Haçlı misyonerleri, iki tarihe dikkat çekiyor. İlki 1876, ikincisi 1908.

20 yıl Amerika Misyoner Teşkilatı Genel Sekreterliği yapan David Brewer Eddy, İncil’den yaptığı “Makedonya’ya gel ve bize yardım et” şeklindeki alıntıyla söz konusu tarihler için şu ifadeleri kullanıyor:

“Pavlus’un kulaklarını çınlatan ve onu Avrupa’ya ilk kez davet eden çağrı buydu. Son yarım yüzyılda aynı çağrı iki kez Batı’nın kulağına ve yüreğine ulaştı. İlki 1876’da… İkincisi… Beş yüzyıldan fazla süren zulümden sonra Jön Türkler’in 1908 yılındaki devrimi…”

Sultan Vahdettin 1918 Temmuz’unda padişah oldu. Padişah olduğunda, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelinmiş, İtilaf Devletleri galip gelmiş, Osmanlı fiilen yıkılmış, ordusu dağılmış, insan kaynağı tükenmiş bir durumdaydı.

Peki, bütün bunlar ne zaman oldu? İttihatçıların 1908 yılında Abdülhamid Han’ı devirip, Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na dâhil edip, Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanana kadar iktidarda oldukları 10 yıl süre zarfında gerçekleşti.”

İşte bakınız, sevgili dostlar.

Kirli ağızlardan akıtılan salyalar,  nasıl da “savunmasız insanlara” karşı akıtılıyor..

Ve bu salya akıtıcılar, rahatlıkla çamur atabiliyor..

Olmaması gereken bir hal-i durum..

Ama Türkiye hukuku, demokrasi ve adaleti ne hazin ki bunlara cevaz veriyor…

Aslında, çamurun ve bataklığın içinde kendilerinin olduğunu kendileri de biliyor.

Her şeyin, farkındadırlar.

Ve biliyorlar ki, kimse de onların nasıl bir karakter bozukluğu içerisinde olduğunu inkâr edemez.

Cumhurbaşkanı, gereken dersi verdi ama kime anlatırsın?

En derin saygı ve sevgilerimle.