İSLAM’IN BAKIŞ AÇISIYLA ADALET!?

Evet, sevgili okurlar.

Dr. Ali Muhammed el-Sallabi isimli bir İslam düşünürü, adaleti ve hukuku tanımlarken çok önemli konuları işliyor.

Adalet kelimesinin sözlüğü itibariyle A’dan Z’ye kadar açılımını yapıyor.

Ve diyor ki; oluşan ve gelişen veya oluşmakta ve gelişmekte olan bir devlettin var olabilme şansı kesinlikle “adalete” bağlıdır.

Adalet mülkün temeli olmakla beraber, gerçekleştirilme şansı İslam hukuku çerçevesinde mümkündür!...

İnsan yaradılışından itibaren Kur’an nazarıyla adalete baktığında yeryüzünde ilahi bir teraziyle ancak “adaleti ve hükmünü” tartabilir ve gerçekleştirilebilir...

Çünkü güçsüzün, mağdurun, mazlumun hakkının korunması ve güçlüden, zalimden, jakobenden o hakkın alınma gerçeğidir.

Hakkın batıla galebe çalması, her hak sahibinin hakkını vermesi, insanlar arasındaki seviye eşitliği, tüm bunlar Allah’ın tarif ettiği hukuk ve adalet çerçevesinde gerçekleşebilir.

Hani diyoruz ya;

Adl-i ilahi.

Siyasi sistemlerde Allah’ın adaleti mevcut olmazsa, hiçbir şekilde ve yöntemde, “hakkın ve hukukun varlığından” söz edilip, düşünülemez.

Bu itibarla diyoruz ki mevcut müesses nizamın yıllardan beri nerdeyse yüz yıla yakın uygulamakta olduğu hukuksal sistem, eksisiyle, artısıyla, pozitifiyle, negatifiyle karşılaştırıldığında, “adil” bir sonuç çıkarmak mümkün değil..

Çünkü mevcut sistem paralelindeki uygulanan adalet sadece lafızdan ibaret olur...

Boş, sıradan bir nazireden öteye gitmez!.

Kısacası içi boşaltılmış boş bir kavram olur; Adalet!!...

Nitekim uygulama biçimi, adalet kelimesinin mana değerini yalanlıyor.

Türk hukuk sistemine bakıldığında, görünen odur ki yüzeysel olup sadece görüntüden ibarettir...

Haktan, hukuktan, adaletten, uzaktan yakından alakası olmayan ama “Adalet” libası giydirilmiş bir obje..

Ki bu obje çağdaş evrensel hukuk literatüründe yeri olmayan bir uygulama biçimini içeriyor...

* * *

Bu tezimizin açılımına girersek, Türkiye’deki mevcut hukuksal sistem, hangi konuda olursa olsun; İnsan temel hak ve özgürlüklerine aykırı bir şekilde uygulanıyor..

Ki bu bile başlı başına, “Adaletin” tecellisindeki arıza-i durumu ele veriyor.

Buna bariz ve açık, kanıtlayıcı bir delil isteniyorsa, buyurun “İş Kanunu ve İş Mahkemelerinin” işleyişi?

Türkiye’deki iş kanunu, iş mahkemeleri ve işçi davalarının tüm uygulamaları orta yerde; kendini deşifre ediyor...

Ne kadar hukuktan uzak olduğu, ne kadar adaletin yansızlığından ve bağımsızlığından uzak olduğu açık ve net olarak verilen hükümlerle;  kendini ele veriyor.

İş mahkemelerine gidildiği zaman, davacı tarafın savunma erki olarak görünen bazı avukatlarının sırtına giydiği adalet cübbesi ile uygulaması, ileri sürdüğü yalan-dolan savunma şekli gerçekten “savunma erki” açısından, utanç verici...

Adalet cübbesi görüntüsü insanı utandırıyor.

Yargılama biçiminde ise yargılamayı gerçekleştiren yargıç apayrı bir halde, keyfiyet arzı içerisinde!?..

Deyim yerindeyse hazırlanmış, rant maksadıyla sebepsiz yere zengin olma çabasıyla “ne koparırsam kardır” anlayışıyla açılan davaya her nedense yargıç dört elle sarılıyor.

Sadece davacı vekilinin savunduklarını harfi harfine yazıyor, virgülüne, noktasına kadar vurgulayarak kayda geçiriyor..

Davalı tarafı dinlemediği gibi, işverenin “savunma erki” olan avukatının söylediklerini de, kayda geçirmekte imtina ediyor...

Yazmamak ve kayda geçirmemek için çaba sarf ediyor..

Veya da hiç yazmıyor.

Zamanım yok, bunu yazılı olarak ver” diyerek kendini işin içinden sıyırmaya çalışıyor.

Ortaya çıkan bu tablo, tümüyle mahkemenin yanlı ve bağımlı olma vasfını gözler önüne seriyor!..

Alenice, tarafgirlikle kendi kendini ele veriyor.

Hal böyle olunca elbette ki “mülkün temeli durumunda olan adalet, adaletlikten çıkıyor.”

Nerdeyse dalalet ve felaket haline dönüştürülüyor.

Çünkü adeta önceden hazırlanmış, şablonlaştırılmış, belli bir kalıba konulmuş hazır bir şablonla yanlılığını ele veriyor, uygulama şeklinin ne kadar hukuk dışı olduğunu açık görüntülerle müşahede ediliyor olmasına rağmen…

Ama heyhat!

Ne yapacaksın?

Zaman zaman bunları yazıyoruz-çiziyoruz, kamuoyuyla paylaşıyoruz.

Hatta yetkili ve etkili sorumlu zevata da zaman zaman özet olarak olup bitenleri de bildiriyoruz.

Lakin her şey yerinde sayıyor.

Dün hasbelkader bir işadamı olarak Diyarbakır’ın 4. İş Mahkemesinde bulunan iki iş davasına savunma avukatlarıyla beraber ben de katıldım.

Yargılama esnasında davalı avukatlarının yapmış olduğu savunmalar, hiç nazar-ı itibara alınmamakla beraber, sadece kısmi yazışmalar kayda alındı..

Ama karşı tarafın avukatlarının söylemlerini kelimesi kelimesine zapta geçirdi...

Ben de orada söz almak istedim.

Çünkü ben de davalı olarak savunma erkiyim.

Bilindiği üzre hukukta savunma hakkı sonsuzdur.

Kısıtlanamaz.

Ben hâkime hanımdan söz istedim.

Yapılan bu yargılama şekli hiçbir zaman hukuksal değildir. 

Dünya hukuk literatürüne aykırı bir yargılama şeklidir bu diye..

Zira hiçbir yerde, hukukun hiçbir dalında hasımlar diğer hasımlar aleyhinde tanıklık yapamaz.

Ama mahkemeniz hasım olan tanıkları dinliyor ve dediklerini de kayda geçiriyor..

Ayrıca dosyaya konulan ve kanıtlayıcı bir delil olan resmi belgeler, rastgele, kıytırık yalancı şahitlerle hiçe sayılıyor ve görmezlikten geliniyor..

Bu da antidemokratik, hukuk dışı bir uygulamadır.

Hatta hukuk skandalıdır.

Kabul edilemez.

Ve her an için itiraza kabildir.”

Sosyal güvenlik kurumunun verdiği şirketin bordroları kanıtlayıcı birer resmi belge olmasına rağmen görmezlikten gelinerek bu kez neidüğü belirsiz, rastgele bordro tanıklarını dinlemek için tebligat çıkarılıyor.

Böylece mahkeme sürüncemede kalıyor.

O tanık ya gelir, ya gelmez.

Gelmese de polis zoruyla mahkemede hazır bulundurulmasına yönelik yazı yazılıyor.

Resmi belgenin varlığına rağmen Sayın Yargıç kendi takdirini kullanarak yalancı, kıytırık, uydurma tanıkları dinlemek için davetiye çıkarıyor.

Evet, buna gülelim mi, ağlayalım mı sevgili dostlar?

Eğer gerçekten dünya hukuk literatürü bu şekildeki yargılamayı “adalet” kabul ediyorsa, vay dünya insanlarının haline vay!

Başka bir şey diyemiyoruz.

Başta söylediğimiz gibi;

İnsanların hukuk ve hakkaniyetini bilen ve o makama oturmaya layık olan hukuk bilgisine sahip kişilerin hâkim olması gerekmektedir.

Sadece hukuk fakültesinden diploma alıp hasbelkader cübbe giyenlerin değil.

Hele hele bazı rantiyeci, çıkarcı avukatlar, gerçekleri tersyüz ederek devletin mahkemelerini ve hâkimlerini yanıltıcı biçimde kendine alet edebiliyorsa, biz adaleti ve hukuku nerede arayalım?

Bu söylediklerimizi Hakim ve Savcılar Kurulunun bir şikâyet olarak kabul edip, anılan bu mahkemenin dosyalarını Adalet Bakanlığı teftiş kurulu vasıtasıyla incelemeye tabi tutmasını da arzu etmekteyiz...

En derin saygı ve sevgilerimle.