Bilesiniz ki, cevap bekliyorum!
Diyarbakır gerçeği!
Kent,
Doku itibariyle, "metropol" bir kent!
Peki,
Hal-i durumu nicedir?
Üzerine;
Kurgulu onlarca, hatta yığınca "mevzular" hâsıl!
Ne var ki;
Yıllardır "hasb-i halinde", cevap, öneri, çözüm yerine.
Hep,
"Bilmişlik" vasfıyla, "soru" üretilmiştir, "niye bu" diye?
Tıpkı,
Bugün biz dâhil herkesin ifade ettiği gibi; "köykent"
Tabi;
Denilmemiştir; "mesele bu" diye!
Yerel bazda,
Hep düşünmüşüzdür, mevzu bahis Diyarbakır olunca "soruya" ne gerek var.
Zaten,
"Mal" meydanda, "görünen köye kılavuz" gerekli mi?
Diyebilir misiniz ki;
Biz kent ahalisi, yazarı-çizeri, konuşanı, söyleyeni.
Ya da,
Bu kentin yaşayan bir bireyi olarak.
Hep,
İcra etmedik mi, "soru" muhtevasını bu nedir böyle?
Birbirimizi,
Yercesine, "yaka-paça" edercesine, söylenmedik mi "soru-lar" bu!
Ama ne var ki;
Soruya karşı "almışlığımız" oldu mu, cevabı bu diye!
Ya da,
Biz soruya ilaveten ey zevat "cevap" bu olmalı diye.
Yok!
Çünkü
Öyle bir haliyet-i ruhiye kazanmışız ki, "bahtsız" kentimin, sözde yaşayanı.
Unutmuşuz.
Unutulmuşuz.
Hem kendimiz, hem idarecilerimiz.
Ve tabi ki, onlar da bizleri unutmuş oldukları gibi "soruya" cevap vermesi gerektiğini de.
Unuttuğumuzu,
Unutulduğumuzu kabullenmediğimiz gibi, o da kabullenmiyor.
Velhasıl, "o" zihin fakirliğiyle, "yeni" sorular ekledik, ekliyoruz, "cevapsız" mahiyette!
Ürettik,
Ürettiler dehlizler oluşturarak, "soru" ve cevapsız hal-i durumu.
Şimdi;
Söylenmiyor muyuz "bu nedir, ne değildir" diye!
Her şey,
Ama her şeyi "kabullenmiş" vaziyette, "eyvallah" diyerek.
Sineye,
Çekerken mırıldanıyoruz, "bu nedir" diye, ama gerisini getirmiyoruz "cevap" bu olması gerekir diye!
Bakın,
Demiyor muyuz Diyarbakır bir köy kent diye!
Gündüzü bir başka, gecesi bir başka.
Aha soruyorum bir daha;
Diyarbakır'ın,
En büyük ve aşılamaz hale gelen "sorununa" ilişkin soru; "trafik" değil mi?
Nedir;
Bu trafik "keşmekeşliği" ve çözümsüzlüğü?
Araçların,
Karayolunu kullanması gerekirken, "kaldırım" işgal etmesi nedendir?
Kaldırım da,
Biz yayaların yürümesi ve bulunması lazım iken, neden "anayol" işgali.
Ya da,
Caddelerin, sokakların, kaldırımların "temiz" olması gerekirken; "çöplük" alanı olması niye?
Kentin,
Belli noktalarına konulan "çöp" kutularına, izmarit ve atıklar atılması lazım iken.
Kaldırıma,
Caddeye veya oturulan sokağı "çöplük" haline getirmen niye?
Köstebek yuvasından öteye, "Hendeklerin" oluştuğu caddelerdeki, "düzensizlik" nedendir.
Bir taraftan,
Doğalgaz kazısıyla oluşan çukurlar ve ardından "yamalı" bohçaya dönen, caddeler niye düzensiz.
Kesintisiz oluşan, tümsekler.
Sağlı-sollu, 5 metrelik yola, yapılan parklar.
Yetmezmiş gibi;
Bir de bu yola "uygulanan", semt pazarlarının zamansız kurulmaları.
Esnaf siftahsız işten muzdarip, ama "kaldırım" işgalcisi.
O yetmiyormuş gibi;
Bir de "gelişi-güzel" tezgâh atan, seyyar satıcılar, işportacılar.
Işıklı,
Işıksız kavşakların "hali perişanlığıyla", hangi akla hizmet, çizim.
Dilenci mi,
Cam silici mi, sakız satıcısı mı, "onlarcası" çocuk, trafik bekçisi misali, kavşakta.
Toplu ulaşım araçları.
Aman Allahım.
Bu kadar trafik keşmekeşliğe bir de, "tuz biber" olma halleri var ki niye?
Ne,
Trafik kuralı, ne insan hayatı ne de, "yaya" saygısı, müşteri deseniz "her türlü" hakarete, maruz!
Temizlik mi,
Oradaki hali görüntü, "Ofis" temizliği gibi.
Hele bir de;
Görsel kirlilik var ki, "yeryüzünde" tabelalı, tanıtımı olan tek kent.
Ofis mi,
Dağ kapı mı, Bağlar mı?
Rast gele, ne görsellik ne de kurulan yer bakımında; "hassasiyet" yok!
Birbirlerinin,
Üzerine istif edilmiş, "tanıtım" tabelaları.
Kentin Varoş semtleri, "ne halleri varsa" mantığı, hâkim!
Enva-i mevzu hâsıl orda, "yaşam ve asayiş" noktasında!
Harabe evler.
Yıkık binalar, terk edilmiş konutlar.
Barınanları; "uyuşturucu bağımlıları ile suça eğilimliler".
Kimi çocuk, kimi genç.
Tabi, "onları" koşturan, sakallılar da yok değil.
İçkale,
Kentsel dönüşüm ile boşaltılan evler.
Muhtarın ifadesiyle; "büyük tehlike".
Mardinkapı'daki,
Yunus ekibi diye tabir ettiğimiz polis ekibine yapılan saldırı sonrası, "terk" edilen silahlar.
İşte,
Bu metruk mekânlardan birinde bulundu "o silahlar".
Okul önlerini "mekân" edinen uyuşturucu satıcısı torbacılar.
Sabah yakala, akşam salıver, "yeniden" iş başındalar!
Hırsız mı,
Kapkaç mı, soygun mu, gasp mı, "artık" kaydı bile tutulamaz halde.
Gelelim;
Kurumsal işleyişleri.
Herkes, bir birine zıt.
Yerel yönetimler ayrı.
Devletin,
Hükümete bağlı kurumları ayrı.
"Çelme" misali, icraat var her iki tarafta, nedendir?
Hala,
İl Özel İdare'nin 2011 yılı "bütçesi" onaylanmış ve üzerinde uzlaşı sağlanmış değil.
Dinliyorsun iki tarafı.
Herkes,
Kendisine özgü "haklılığını" ortaya koyuyor.
Ama "uzlaşı" yok!
Nerdeyse, yılı bitireceğiz, "durum" aynı, bütçe onaylanmış değil niye?
Siyasilerimiz de, "çekişme" içinde!
Ne mevcut 11'ini bir arada bulabilirsiniz ya da "kent için" yekvücut olmayı.
Ne de,
Partiler düzeyinde "onları", aynı istikamette hizmet düşüncesi üretmede?
Hep;
"Hizip" ve kabulsüzlük içeren, "ayrışma" peşindedirler, hikmeti nedir?
STK'lara bir bakın.
İş dünyası mı,?
Sporu dahi, "iç çekişme" içerisinde, kimse kimseye "hayır" istemiyor, kötülükten başka.
Hep kavga!
Hep yanıtlanması beklenen sorular.
Peki,
Tüm bunlara rağmen "biz ahali" nedir, "verilene" yetinme, ruhiyatı!
Neden,
Sormuyor, sorgulamıyor, ses gürleştirmiyor, "çaresizliği" kabullenmiş halde?
Velhasıl,
"Üretemiyoruz" üretemediğimiz için de; "çaresiz" kalıyoruz.
Bakın,
Ben bile, "sorular" ve soru diye, başladım "cevap" vermek gerekir diye?
Ard arda,
Dizeledim soruları. Tabi ki, salt bu sorular değil.
Daha dillendirilmesi gereken, bunun gibi "nice" soru dizesi var.
Bakalım "öneri ve cevap" verme, arızasıyla, "kim ve kimler" cevap verecek.
Bu,
Metropol kent Diyarbakır'ın "bahtsız" halini, birçok ayrıntıyı unutan "sorular" manzumesine.
Sonuç itibariyle;
Sorulara karşı artık "değişmeliyiz" yoksa "değişmezliği" kanıksamış halden kurtulmaz isek.
Biz daha çok;
"Sineye" çekecek çaresizler ahalisi olmaya devam edeceğiz.
Bilmeliyiz ki;
Biz soruları değil, "cevapları" bekleyen olduğumuzu.
Onun için;
Etkili ve yetkili tüm zevata "bu ne haldir, bize yaşatılan çaresizlik".
Diyarbakır gerçeğine bilesiniz ki cevap bekliyorum!
* * *
BİR HİKÂYE BEŞ KURAL
Ergani'den,
Bir okurum mail atmış, İhsan Yaşar.
"Bir hikaye beş kural" başlıklı, bir yazı.
Tam da,
Diyarbakır gerçeğine "cuk" diye oturan bir, "not".
Bakalım;
Bize neyi ders-i ibret anlamında anlatıyor.
* * *
Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer.
Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır.
En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine karar verir. Bütün komşularını yardıma çağırır.
Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar.
Eşek ne olduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar.
Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser.
Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra, çiftçi kuyuya bakar.
Gözlerine inanamaz.
Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır.
Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşır!
Hayat üzerinize hep toprak atacaktır; her türlü pislik ile.
Kuyudan çıkmanın sırrı, bu pisliği silkeleyip bir adım yükselmektir.
Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır.
En derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmayarak çıkabiliriz.
Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın.
* * *
Mutluluğun 5 basit kuralını unutmayınız:
1. Kalbinizi nefretten arındırın-Affedin.
2. Düşüncelerinizi endişelerinizden arındırın-Çoğu zaten hiç gerçekleşmez.
3. Basit yaşayın ve elinizdekilerin kıymetini bilin.
4. Daha çok verin.
5. Daha az bekleyin…