Bir vakıf hikâyesi mi?

Alın size; "vakıf" malı.
Sahi;
Yiyen domuz mu?"
Neyse.
Vecizenin doğruluna siz hüküm verin.
Biz,
Hikâyemize gelelim.
Tabi;
Her ne kadar, "hakikat" hâsıl ise biz hikâyede ısrarcı olalım mevzunun hikmeti için.
Şayet,
Devlet-i 'Aliyye alaka gösterirse.
Perdeyi,
Kaldırır iletebiliriz mevzunun "hikâye mi, hakikat mi" olduğunu.
Neyse;
Hadisenin "resminden" haberdar olmayan yok ki.
Velhasıl, biz yine de neme lazım diyelim.
Bakarsınız;
"Minareyi çalan kılıfını uydurur!" vay biz miyiz diyebilir?

* * *

Evet,
Zamanın birinde, Diyarbakır eşraflarından bir aile vakıf kurar.
Hayırsever bir aile!
Kentin,
En gözde arazilerini de "vakıf ederek" bağışlar o vakfa.
Tabi,
Uzun yıllar olması münasebetiyle yıllar birbirini kovalar.
O zaman; mal-mülk pek göze alınmazdı.
Malum,
Mertlik, doğruluk, hakkaniyet ve fani dünyadan ahirete göçün "saadeti" düşünülürdü.
Mümkün,
Oldukça "haram lokmaya" tenezzül edilmediği gibi, "hak-hukukta" çiğnenmezdi.

* * *

İşte,
Bu düşünceyle aile binlerce dönüm arazisini "sorgusuz-sualsiz" bağışlar, Vakfa.
O günün düşüncesiyle tek şart vardı;
"biçareye ve yoksul ailelere" ekmek-helva dağıtılsın.
Eee.
Denilen zaman diliminde "ekmek-helva" pek özeldi.
Şimdinin,
Zamane yapısı için pek alaka görmezse de, o günlerin "vazgeçilmeziydi".
Neyse.
Ailenin tek gayesi;
Ahiri saadette huzur bulabilmek, varsa günahların affıydı.
Yıllar geçer.
Aile fertlerinin "ekseriyeti" hakkın rahmetine kavuşur.
Var olanları da, göç eder.
Kalır,
Geriye Vakıf edilen mülkler.

* * *

Dedik ya yıllar geçer.
Tabi,
Diyarbakır büyür. Büyükşehir statüsüne gelir.
Düne,
Kadar çöplük, taşlık, demir girmez denilen "temellük" olan, Vakıf arazisi alaka görür.
Yani,
Tanrı mülkü "değer" kazanır.
Kazandıkça, birilerinin iştahı kabarır.
Çağın da,
Ahlaki ve çıkar düşkünlüğüyle oluşan "erozyonun" sayesinde oluşan akbabalar üşüşmeye başlar.
Ve üşüşmeye bir de içerden, "bozuk" çıkan olunca.
Hele bir de,
Belediye o bölgeye "anlı-şanlı" imar girince, değmeyin gitsin.
Gelsin, "çalınan" minareye kılıflar.

* * *

Pek tabi ki,
Vakıf'a bir de mütevelli heyet oluşturulur yeni bir organizasyonla.
Yani "ehl-i emin"(!) hilesiyle; iş bitirici.
Başlanır,
O dünün taşlık alanı bugünün baha biçilmez "arazisinin", ranta dayalı peşkeşi.
Ancak,
"İşin" kılıfına uydurulması için de, Vakfın sorumlu olduğu Vakıfların da zat-ı muhteremlerini unutmazlar.
Çünkü "yol verecek" makam orası.
Al gülüm ver gülüm.
Bir de;
Tapu işi var. Berisinde de "işin sağlamlığıyla" bilirkişi, hükmü.
Velhasıl,
Ciddi bir "organizasyonla" kıvama getirilen "araziler" bir yudum su gibi, "içilmeye"  başlanır.
Dünden,
Hazır bekleyen "yapsatçılar da" organizasyona dâhil olunca binalar dikilmeye başlandı.

* * *

Yani;
Okey, takımı tamam. Artık, parselleme başlar.
Ne var ki,
Vasiyetteki "Ekmek-helva" hayrı da, unutulur.
Kim demiş;
"Vakıf" hayır ve bağış sağlayan kurumdur diye.
Ya da, mal-mülk "Tanrı mülküdür" diye, olmaz.

* * *

Düşünürler;
İslam hukukunda ve gerek medeni kanunda Tanrı Mülkü olan Vakıf mali ikinci bir kişiye satılmaz.
O zaman,
İkinci planı devreye sokarlar.
Yani "takasa" geçerler.
"Yap-satıcı" planıyla, sözde "ticari kazanç" ve getiri var, icrasıyla "durum" ifa edilir.
İşte o zaman;
"Gelin" kat veya bina karşılığı "arazileri" paylaşalım denilir.
Ve Vakfın binlerce dönüm arazisi, bir kaç yıl içerisinde "hatırı sayılır" yapsatçılara "hiç yoktan" verilir.
Hem de,
Haraç-mezat, batan geminin malları misali.
Dedik ya,
Her ne kadar "hadise" hakikate nail ise de, biz hikâye demeye devam edelim.
Kimse alınmasın.

* * *

Zaten,
Üç günden buyana Sayın Mehmet Ali Altındağ "yazıyor", Vakıf'ların "nasıl" bir mekanizma içerisinde işlediğini.
"Kimin eli kimin cebinde olduğunu" söylüyor.
Tabi,
Önemli olan dedik ya "Devlet-i 'Aliyye'nin" duruma kulak kabartmasıdır.
Çünkü;
Hikâyenin "himmetine" mevzu olan, vakıf'ın "işleyiş ve icraatları" sıradan değil.
Düşünüyorum;
Şöyle bir kaç yüz yıl öncesini.
Hani tarihi mekânlar diye, övündüğümüz yerler var ya.
Kervansaraylar,
Hanlar,
Hamamlar,
Medreseler imaretler birer "devlet-i vakıf" değil miydi?
Temellük,
Hikmetiyle kuruluş gayeleri "şefkat ve merhametle" aç, perişan ve yoksula, biçareye "aş" olmak diye inşa edilmediler mi?
Edildiler.
Ve Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, "Vakıflara" devredildi.
Bunlar "Tanrı mülkü" diye!
Sakın satmayın.

* * *

Ne yazık ki,
Şimdi "ensesi kalın, göbeği şişik" Kurtların sofrasında, "meze".
Yoksulun da, sırtına yüklenmiş "zenginlik" saltanatı.
Eee.
Ne diyelim, "zamane" adamları.
Buarada.
Hakikate nail hikâyenin, "aktörleri ve iştihalılarıyla" alakalı, hasb-i halim olacağına da belirteyim.
Tabi o'nu da,
Zamana bırakalım, Diyarbakır'a tepeden bakan arazilerin "kimlere"  devasa binalar diktirdiğini.
Şimdilik,
Evvel zaman içinde diyerek, noktalayalım.