Eksikliğimiz; Maneviyatımızdır!

Diyarbakır'ın,

Zenginlik! İhtiva eden "hayat koşusuyla" alakalı hep deriz ki; İmaj!

Sonra; kentin cazip kılıcılığı.

Beri yanda; "kent kültürü".

Ve tabi ki; yerel yönetim noktasında işbirliği!

Huzur. Güvenlik.

Ve eklenir söze;

Günümüzün zenginliklerini öne çıkaran, yapılara atıfta bulunularak.

Işıltılı, caddeler. Lüks alış-veriş merkezleri.

Kafeteryalar. Sanat merkezleri, eğlence mekanları.

Bir de;

Havası, suyu, doğal güzellikleri.

***

Sonra, geçmişten miras gelen, "zenginlikler" sıralanır.

Tarih.

Kültürel değerler. Kutsal mabetler.

Surlar. Burçlar.

Sahabeler. Peygamberlerin kabri-makamı.

Cami, Kilise ve Havralar.

33 Medeniyeti bağrında tutan, kimlik?

Velhasıl, sayabileceğimiz onlarca zenginlik ifade eden, yapı ve oluşumlar.

Peki, tüm bunlar "kenti yaşanır" kılan etkenler mi?

Elbette ki evet.

***

Ama!

Yaşadığımız zaman ve süreç noktasında yeterli mi?

Ya da; ahali noktasında kâfi midir?

İşte burada durmak lazım.

Her ne kadar; yukarıda sıraladıklarımızı "var" olarak saydık ise de.

Yeterli mi? Değil.

Yani.

Siz, enva-i ihtişamlara sahip olursanız olun.

Göz kamaştıran yapılar inşa ederseniz, edin.

Tüm, zenginlikler size ait olursa olsun.

Ama velâkin;

Siz, hepsini "karışık" bir satışta değilseniz, kopuk iseniz.

Sen-ben; hizip kültürüyle, "tavır" kavgasında olursanız bunlar bir anlam teşkil etmez.

Enkazlar ötesine gitmez.

***

Hele bir de;

İçerisindeki İnsanlar ve yaşayanlar, gülemiyorsa.

Soldukları atmosferden, "huzurlu" değilse.

Sahiplenmede, "arıza" varsa.

Açlıkla.

Yoksullukla, sefaletle büyük bir kesim mahkumiyet alanına alınmışsa.

Surlar çöplükten.

Mabetler, moloz ve yıkımdan,

Burçlar, beden dipleri, "uyuşturucu, balli içicilerinden" geçilmezken.

Hele, en lüks semtimizde, "kapkaç-hırsızlık" kâbusu hâkim ise.

Kadınlar; sokağa çıkmaktan, kızlar takı takmaktan, insanlar yolda yürümekten "korkar" hale gelmişken.

Kapkaç, hırsızlık ve uyuşturucu, başını almış gidiyor ise.

Kullanım yaşı, 11'e düşmüşse...

Her köşe başında; bir bağımlı, tinerci, "pinekleyip", avcı misali kimi çarpacağını düşünüyorsa.

Fuhuş, bu mekânların "olağan" hadisesi olarak, ikmal oluyorsa, ne değer taşır?

***

En önemlisi de; "kimlik" çatışması içerisinde debelenip-duruyorsa.

O zaman sormak lazım; bunların bir anlam teşkil eder yönü var mı?

Mümkün değil.

Etmez, edemez de.

Lakin insan odaklı yaşam, "her şeyden" önce gelir.

İşte ana oluşum bu...

Ama maalesef "ikmalde" ne yazık ki, "insan odaklı" değiliz.

Olmadığımız gibi.

Tüm olumsuzlukları da; bu eksene "yüklüyoruz".

***

Tabi bu hal-i çarpıklık "tek eksende" değil.

Tüm, eksenlere sirayet etmiş kangren bir halde.

Ve yara sürekli işliyor.

Devlet mi, Millet mi, Kent yaşayanı mı, Yerel yönetimler mi, Kanaat önderleri mi, Sivil yapılar mı?

Hepsinde; özü itibariyle, istisnalar hariç, "huzur" ihtiva etmiyor.

Onlar da huzurlu değil. Kentte, huzurlu değil.

Tabi, her şey "güvenlik" ve "güvensizlik" eksenli değil.

***

Maneviyat var!

Yani; saygı, sevgi, güler yüzlülük!

Bunların olmadığı bir yaşam alanına siz ne dersiniz?

Açık cezaevi demekten başka.

Bu nedenle hep ifade ederim bizim en büyük eksikliğimiz!

Diyarbakır'ın "fakir" olduğu tek, alan var.

O da; manevi varlıktaki zafiyet!

İşte biz;

Bu "manevi" zenginliği bir türlü, elde edemiyoruz.

Ve yaşata bilme, uğraşını veremiyoruz.

Ne hazin bir durumdur ki; 33 medeniyeti yaşatan bir kent ve coğrafyada yaşar iken.

Var olan; o manevi zenginliği kaybetmiş haldeyiz.

Bencileştik.

En önemlisi; kendimizden başkasına hayat hakkı vermeme gibi bir "vahşet" içerisindeyiz.

***

Üstadın bir ifadesi var.

Der ki; bir toplumda manevi ve kültürel değerler "o toplumun çimentosudur".

İşte biz bu çimentoyu, kaybettiğimiz içindir ki; "huzur, saygı ve sevgi" fakiri olduk.

Var mı; vazifeye bağlılık, doğruluk ve dürüstlük,

Adalet, yardımlaşma, karşılıklı güven ve disiplin...

Yok.

Biliyoruz ki;

Bunların hepsi manevi değerlerden doğar ve beslenirler.

Çünkü manevi değerler birleştirici ve toparlayıcı bir fonksiyona sahip!

Dediğim gibi; insanımız artık toplumsal ve kentsel kurtuluşu değil.

Kendini, bireysel kurtuluşu aramakta!

***

Bakınız; büyük şairimiz, Cahit Sıtkı Tarancı ne diyor.

Bir memleket isterim isimli şiirinde. Diyor ki;

Memleket isterim

Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;

Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

Memleket isterim

Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim

Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;

Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim

Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;

Olursa bir şikâyet ölümden olsun.

***

El hak.

Peki, hani; O memleketim, kentim, yaşayanım, insanım.

Sevgim. Saygım, muhabbetim, "insanı" maneviyatım.

Kardeşliğim. Barışım. Zenginliğim, kültürüm, mabetlerime olan, kutsiyetim.

Diyorum ki;

Her şeye eyvallah ta, "hasıma ne" zihniyeti ve bencil hali, bir "hasım" olarak görebilsek.

İnanıyorum ki; insanı "çimentomuz" olan manevi değerleri, yeniden "ter-ü taze" şekilde, filizlendiririz.

İşte o zaman; Diyarbakır ve Diyar-ı Bekir, "öz" hayatına kavuşmuştur derim.

Biz yaşayanları da; "bencil" fikirlerden arınmış oluruz.

***

Bakınız; bir süre önce İstanbul'da EMİTT fuarı vardı.

Diyarbakır'da katılmıştı.

Has bel-kader bizde ordaydık.

Orda da.

Ve geçtiğimiz hafta, Diyarbakır'da düzenlenen "EMİTT fuarı değerlendirme" toplantısında da ifade ettim.

Her şey güzel de.

Sorun,

Hemfikir olduğunuz, "terör ve güvenlikle" alakalı yönü bir yere kadar.

Bizim; en büyük sorunumuz ve aşmamız gereken, kangrenleşen yaramız; Manevi sorumsuzluğumuzdur!

Sorumluluk üstlenmiyoruz.

Ve saygıya, sevgiye, huzura ikmal olan, "muhabbetti" ikmal etmiyoruz.

İhtiyacımız bunlar.

Yoksa bir iki alkış. İki de, yaldızlı nutuk, "sorunu" çözmez.

Çözseydi; biz buradan ne "yaldızlı" sözcükler sıralamadık mı?

Sonuç;

İmaj da, turistin gelmesi de, kentim kadimliği de.

Huzurdan, saygıdan, sevgiden ve güler yüzlülükten, geçer!