TÜRKİYE YILBAŞI PAZARINA GİRİYOR!? (III)

Sevgili okurlar...

Ülkenin ve milletin hal-i durumu, der demez insanı üzüyor, kederlendiriyor ve derin düşüncelerin dehlizine sürüklüyor..

Bir ülke, bir millet “kendi öz değerlerinden” bu kadar mı uzaklaştırılır?

Ya da uzaklaştırılma adına “sistematikbir siyasetin ve politikanın ürünü olan yasa ve mevzuatlarla boğdurulur..

Benlik kaybı yaşıyoruz..

Milli ve yerli olmayan, batı ve batıla endeksli “ve işlemler” ne hazindir ki “meşrulaştırılmastratejisi işlem görüyor...

Bir çok yasa, mevzuat ve yönetmelik, sahadaki uygulanma şekli, toplumun “değer ölçüleriyle” örtüşmediği gibi; sürekli asimile körüğüyle, “zihinlervesayet altına alınıyor..

İnancından, medeniyetinden, kültüründen, tarihinden “uzaklaştırarak”, tabiri caizse “morfinleyerekteslim alıyor..

Her şey “maddiyataodaklı, “maneviyatıyerle yeksan edilmiş bir toplum haline geldik ki, “her meselemizde” bocalayıp duruyoruz..

Şiddet..

Kan, gözyaşı..

Terör..

Yolsuzluk, usulsüzlük..

Rüşvet..
Suiistimal..

Cinsel sapıklık..

Çift cinsiyet...

Kısacası toplumun çekirdek kadrosu olan “ailedağınıklığıyla büyük bir “ahlaki çöküntünün” içerisinde debeleniyoruz!..

Ne hazindir ki; çözüm üreten de yok!..

Bakınız, üç gündür “TÜRKİYE YILBAŞI PAZARINA GİRİYOR” başlığı altında, bu minvalde hal-i perişanlığımıza, kısmi de olsa “projektörtutup, gerçeklere vakıf olmamız noktasında, dikkat çekiyorum!...

Çünkü gidişat hiç de iyi bir hal içermiyor...

***

Yılbaşı kutlaması!

Hiçbir şekilde “inancımızda, dinimizde, kültürümüzde, medeniyetimizde” yeri yok!..

Ama gel gör k, “şuursuzca ve fütursuzca” kutlanıyor..

Ve kimi yerde kutlamalar, “resmiyetinnüfuzuyla yapılıyor..

Yani asimile ediliyoruz..

Yani dejenere oluyoruz..

En vahimi de, Hristiyanlık dünyasının sözde Hz. İsa’nın Doğum günü olarak yaptığı kutlamaya, iştirak edilmesi, “Noeladıyla etkinlikler tertiplenmesi özellikle İslam dünyasında vücut bulması, akla ziyan bir durumdur...

Yanlıştır, yerinde değildir..

Bilakis bu gecede “olup-bitenler” hiçbir şekilde İslam ahlakıyla örtüşmüyor?

Dedik ya,

Batı ve batıla endeksli yasalar, mevzuatlar yönetmelikler “bu milletin” huzurunu, güvenini, istikrarını, istikbalini teminat altına almıyor..

Bilakis yıkıyor..

Hiç kuşkusuz millet için “yaralı olmayan” kaybı ve zararı olan her ne tür bir faaliyet var ise antidemokratiktir, hukuk dışılıktır ve insan temel hak ve özgürlüğüne de aykırıdır.

Bu gerçeklerin ışığında konuşuyoruz..

Ve anlatmaya da devam edeceğiz...

Zira bu ülke insanının böylesine küfrün ve batılın çukuruna sürüklemesi el vermiyor..

Vermediği gibi, hakikatleri haykırmak da bizim vazifemiz...

Ne diyoruz,

Emri Bil Maruf Nehyi Anil Münker …

Yani kötülükleri men etmek, iyilikleri de sahiplenmek gerekir..”

Dilimizin döndüğü kadar, bilimsel, akademik ve tarihsel gerçeklerin ışığında, ülke insanımızı yaşanan ve yaşatılanlar karşısında aydınlatmak, bilgilendirmek, onlarla dertlenebilmek adına, yazacağız, çizeceğiz, konuşacağız…

Allah nasip ederse, elverişli zaman bulabilirsek tüm detayıyla yazıp-çizdiklerimizi de kitaplaştırarak Türkiye kamuoyuna aktaracağız...

Bu itibarla diyoruz ki;

Yüce Allah’ın değişmez bir kanunu vardır, bir yasası vardır, bir hükmü vardır.

Hiçbir zaman değişmez, tebdil edilmez, hele hele tağyir edilmeye de hiç geçit vermez.

O ilahi hüküm zaman zaman yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin yüce mealleriyle bizi uyarıyor ve öğretiyor.

Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim “Ra’dsuresinin 17. Ayetinin yüce mealini sohbetimizi takip eden siz değerli dostlarımızla paylaşmak istiyoruz...

“(O) gökten su indirir de dereler kendi yataklarından hacimlerine göre çağlayıp akar. Akan su, yüzeyinde köpük taşır. Süs ya da kullanım eşyası yapmak amacı ile ateşte erittiğiniz madenlerin de buna benzer köpükleri, cürufları vardır.

İşte Allah, hak ile batılı böyle bir benzetmeyle anlatıyor. Çünkü Köpük yok olup gider, insanlara faydası olan cevher kısmı ise yerde kalır. İşte Allah (hak ile batılın daha iyi anlaşılması için) böyle örnekler verir.”

Evet.

Cenab-ı Allah, böylesine yüce ayetlerin yüce mealleriyle bizi uyarıyor, yönlendirmek istiyor, yaşam tarzımızı da böylesi ilahi örneklerle donatmamızı emrediyor..

Ayetin yukarıda mealini açıkladığımız gibi Cenab-ı Allah, rahmet yağmurunu göklerden yağdırırken dereler kendi yataklarından akar ve hatta şiddetli yağmurun gücüyle seller oldukça çoğalır, ama gelen sellerin çoğu da çalı çırpıyı götürür.

Su yüzeyinde köpük oluşturur..

O köpüğün içinde çalı çırpı, kirli, çürümüş artıklar var..

Sel kesildiği zaman da o çalı çırpı, o köpükler tamamıyla yok olup gidiyor, kupkuru bir zemin kalıyor.

Keza aynı biçimde ateşe atılan demir veyahut herhangi bir mücevherat, ateş onu yumuşatınca çekiçle onun üzerindeki bir şeye yaramayan cüruf kabukları birleşir atılır, meydana çıkan sapasağlam yararlı bir maden veyahut bir cevher ortaya çıkar.

İnsan oradan faydalanır.

Cenab-ı Allah’ın böylesine örnekleri getirmesinin anlamı, hakla batılı birbirinden ayırt etme biçimidir.

Hak, sudan kalan toprağa verilen berekettir veyahut üzerinden atılan cüruftan sonra kalan sapasağlam bir mücevherat, ziynetli bir eşyadır.

Hakkı bunlara benzetiyor.

Batılı da cürufa ve köpüğe benzetiyor.

Günümüzdeki yaşanmakta olan hal, özellikle Türkiye’mizdeki yaşanmakta olan hal buna benziyor.

Hak orta yerde iken batıl da tam karşısında dururken batıl daima eriyip gidiyor.

Kalan haktır, hakkaniyettir, hukuktur ve adalettir.

İnsanın bunlardan faydalanmak için çalışması gerekirken, ayırt etme gücünü kullanması lazımken batıla sarılması ve toplumu da batılın içinde batırması, bize göre insanlık dışı bir haldir.

Antidemokratik, batı dünyasının ortaçağdaki kurulan engizisyon mahkemelerinden meydana gelen bir zorbalıktır ve dayatmadır.

Yoksa toplumumuz inanç toplumu olma hasebiyle, hakaik-i Kur’aniye denilen Kur’an gerçeklerinin silsilesine sarılıp onunla yaşamak ister...

Ailesini, çoluğunu çocuğunu, tabasını o kültürle tanıştırmak ister..

Ama tam tersine o tarihi inanç kültürümüzü tozlu raflara kaldırıp batı dünyasının gayriahlâkî insanlık dışı batılı, inançsızlığı, küfrü dayatarak böylesine aslı astarı olmayan bir gecenin topluma dayatılması bize göre topluma yapılacak, hem de resmiyet adı altında yapılacak en iğrenç bir haldir.

Antidemokratik bir yaşamdır, mutlak bir istibdattır.

Ve çağ dışılıktır. 

Bunun için diyoruz ki;

Lütfen herkes aklını başına alsın.

Bugün ülkemizin bölünmez bütünlüğe ihtiyacı vardır.

İnanç ve İslam birlikteliğine ihtiyacı vardır.

Batı dünyasından ithal edilmiş, kangrenleşmiş, kötü adetleri bilimsel olarak toplumumuza yaşatma şeklinin yeri yoktur.

Günü gelir, tüm bu batıllar yukarıda belirttiğimiz gibi yağan yağmurların selden meydana gelen köpükle çalı çırpı misali, yok olup gider..

Su gider, onlar yerinde eriyip gidecek ve toz duman olacaklar.

Ama toprağın altına yerleşmiş suyun bereketi baki kalacaktır.

Biz bunu burada dilimizin döndüğü kadar örnek olarak siz değerli dostlarımızla paylaşırken, Yeni Şafak Gazetesinin deneyimli kalemlerinden dostum Yusuf Kaplan Hoca’nın 27 Aralık tarihli yazısının bir bölümünü sizinle paylaşmak istiyorum.

Başlık olarak kullandığı ifade aynen şöyle;

“Adsızlar ülkesi ya da Beyaz Türkler ve Soyadı Kanunu, Türkiye’yi nasıl kimliksizleştirdi?”

Yazı şöyle devam ediyor;

“Her şey 21 Haziran 1934 yılında çıkarılan 2525 sayılı Soyadı Kanunu ile başladı, bir anlamda.

Nasıl sinsice tezgâhlanmış bir kanundur o öyle!

Her şeyi gizleyerek bitiren; bize, içinden çıkılması zor, netameli bir sorun bırakan, bu Soyadı Kanunu işte!

Soyadı Kanunu, insanların gerçek kimliklerini, kök-kimliklerini gizleyerek ülkeyi kimliksizleştirdi. Kimin nereden geldiği bilinemedi, bilinemez hâle getirildi. Memleketin kimliği belirsizleştirildi, adsızlaştırıldı ve yok edildi. Türkiye’nin kimliksizleştirilmesi, adsızlaştırılması kanunla teminat altına alındı. Kanun zaten bunun için çıkarılmıştı.

Hâlimizi hep “Latin Amerika”nın adsızlaştırılarak yok edilmesine benzetirim: Adamlar, ne Latin, ne Amerika oysa! Dikkat ettiniz mi: Adamların adı bile yok. Adı olmayanın kimliği de olmaz. Kimliği olmayansa özgürlüğünü de, ruhunu da kaybetmekten kurtulamaz.”

***

Bakınız, sevgili dostlar.

İşte Yusuf Kaplan Hoca, tıpkı üç günden beri anlattığımız bir Yılbaşı kutlaması adı altında büyük bir kimliksizlikle, belirsizlikler içerisinde kaybedilen İslam ve milliyetçilik kimliği, böylesine gecelerin kutlanmasıyla yok olup gitmiştir.

Yani o gecede gayrimeşru bir yaşam şeklinin millete yaşatılması, bir milletin kimliğinin 1934’te çıkarılan Soyadı Kanununun gölgesinde toz olup gitmesi gibidir.

Bizim tavsiyemiz, yeniden adresimize, kimliğimize, özümüze dönelim.

O da ancak hilesiz bir şekilde İslam’la tanışmakla olur.

En derin saygı ve sevgilerimle.