“TOPLUM ÇÖKERSE, ÜLKE ELİMİZDEN GİDER!”

El hak!.. Doğru söze laf gerekmez.. Bir ülkeyi “payidar” eden milletidir.. İnancıyla, medeniyetiyle, diliyle, yaşam kültürüyle, “etle tırnak” misali, bir bütündür.. Biri diğerisiz olamaz.. Vaki olursa, orada “ne istikrar, ne istikbal ve ne de istiklal” sağlanamayacağı gibi, söz dahi edilemez.. Yazı başlığı minvalinde bu girişi yaptıktan sonra, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın, dün Diyarbakır’a gerçekleştirdiği ziyaretten söz etmek istiyorum…

***

Kadim kentimize teşrifleriyle, kent ahalisi olarak çok büyük bir heyecan yaşadık! İstasyon meydanında, büyük bir insan potansiyeli toplandı.. Diyarbakır bir kez daha “misafirperverliğini” ortaya koyarak, büyük bir aşkla, sevgiyle, muhabbetle Cumhurbaşkanını karşıladı.. Havaalanından, miting alanına kadar yol güzergahındaki sevinç gösterileri.. Elbette ki anlamlıydı.. Ancak, Diyarbakır’daki coşkunun ve katılımdaki yoğunluğun tek mimarı vardı; İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu, kentin Valisi Ali İhsan Su ve merkez ve taşra ilçelerindeki idareciler ile kayyımlar! Bu minvaldeki emekleri takdire şayandır..

***

Gelirsek, miting alanında Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın konuşmasının içeriğine.. Kapsayıcı, ümit verici olduğu kadar satır arası, değerler noktasında çok şey ifade ettiğini söyleyebilirim… Çevre yolunun açılışı, fiziksel görünümü, alkış aldı… E Tipi Cezaevinin boşaltılıp Müzeye çevrilmesi, hem Diyarbakır, hem de tüm Türkiye için, özellikle 12 Eylül darbesinin “kirli ve kanlı yüzünü” göstermesi noktasında, anlamlıydı.. Ve bir ilk olarak algılandı.  Özellikle “kapsayıcı ve bütünleştirici demokrasi” noktasında müjdeleyici bir tavır içerdiğini, ifade edebilirim…

***

Tabi, “Cezaevi’nin Kültür ve Hafıza Müzesi”ne dönüştürülmesi kadar, dua ve temennimiz de şudur ki, İnşallah cezaevlerimiz bundan sonra bir bir boşaltılacak, kapanacak ve böylece her biri birer müze veya millet bahçelerine dönüştürülecek.  Devlet, millet el ele verip bir misyonla, bir düşünceyle, bir izanla, açık ve net olarak milletin bireyinden tutun da toplumsal hayat akışları içerisindeki yaşam şekline kadar, apayrı bir şekle , “Huzurlu, mutlu” olabilme şiarıyla ümmet oluruz…

***

Herkes güzel bir hürriyet inancıyla özgürce yaşamını sürdürecek, toplum bir kardeşlik anlayışıyla birbiriyle kucaklaşacak, mutlak bir barış ve kardeşlik hâkim olacak. Toplum ekonomiksel olarak sıkıntılar içerisinde değil, daha müreffeh bir hayatla teveccüh görecektir.

Cumhurbaşkanımızın bu alanda yapmış olduğu o güzel konuşmaları, civar illerden gelen insan potansiyeli, Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanı olarak Cumhurbaşkanının ağzından çıkan bu minvaldeki cümleler, öyle inanıyoruz ki herkesi ümitlendirmiş ve doyurmuştur.

* * *

Ne hazindir ki, tüm bu güzel gelişmelerin seyrinde, “amma velâkin” ifadesini yine kullanmak zorunda kalıyoruz… Çünkü kamuoyu nezdinde, mevcut halde, birçok eksiklikler var… İfade edilen de şu… “Evet, cezaevinin müzeye çevrilmesi, oradaki mahkûmların veyahut tutukluların başka cezaevlerine nakledilmesi, Adalet Bakanlığının gördüğü lüzum üzerine Cumhurbaşkanımızın direktif ve talimatı üzerine yapılmışsa da keşke Cumhurbaşkanımız bu hususta bazı yenilikler getirerek cezaevlerinin tümünü olmasa bile yarısını, yarısı bile olmasa, üçte biri kadar boşaltılacak bir sistem geliştirilerek, Türkiye’ye yeni bir barış, kardeşlik, inanç unsuru getirmiş” olsaydı.

Daha güzel olmaz mıydı?!”

***

Demek istenilen şu!.. Cezaevlerinin içinde bulunan mahkûm ve tutukluları başka cezaevlerine nakletmek yerine.. Yeni cezaevleri inşa etmek yerine.. Asırlık cezaevlerini “müzeye dönüştürmek” yerine… Suç ve suçluları “demir parmaklıkların” arkasına atıp, cezaevlerinde tutmak yerine… Suçları ve suçluları “azaltan” caydırıcı müeyyidelere yönelecek sistemler geliştirilseydi?!..  İnsanlığa gerçek bir İslam özgürlüğünü yaşatıp, insanları İslam terbiyesiyle terbiyelendirip güzel tarihimize ve kültürümüze yakışır yeni bir anlayış, hayata geçirilseydi…

Yepyeni, sivil, inancı ve insanın onurunu öne çıkaran anayasal hükümleri hayata geçirseydi.. Toplumun her kesimi her alanda suçluluk görüntüsünden kurtulup, birer zararlı insanlar yerine yararlı insanlar potansiyelini dönüştürme noktasında ıslah edici, imkânlar geliştirilseydi…

Çok daha güzel olurdu.  Toplumun; bünyesinde her gün biraz daha oluşan ve çoğalan suç ve suçlu potansiyeli minimize olurdu? Aksi takdirde, bir cezaevinin boşaltılıp, müzeye çevrilmesi, oradaki mahkûmları da başka bir cezaevine nakletmek, bana göre topluma bir şey kazandırmaz, çözüm üretici de olmaz…

***

Şunu ifade etmek isterim.. Ki, Cumhurbaşkanımızı bundan tenzih ediyorum.. Ancak, geçmişe yönelik diğer bazı iktidar partilerinin yaptığı gibi makyajlı bir politikanın AK Parti bünyesinde oluşması ve yer edinmesi, gerçekten AK Partiye gönül veren insanları memnun etmiyor.. Ki istenilmiyor da. Çünkü;

Bu toplum huzur istiyor.

Bu toplum barış istiyor.

Bu toplum öldürme ve öldürtmek yerine, dirilme ve hayat istiyor.

Bunun yolu da hakaik-ı Kur’aniye’den ve İslamiye’den geçiyor.

Halk ve kamu vicdanı, bir devlet büyüğü durumunda olan Sayın Cumhurbaşkanımızdan istediği, toplumsal bir barış, toplumsal bir kardeşlik, toplumsal bir refah ve mutluluktur…

Yoksa bir cezaevini boşaltıp müzeye çevirmekle, toplumu özellikle Diyarbakır insanını ne derecede inandırabilir diye düşünmekteyiz.

Yani siyasette samimiyet gerek..

***

İşte Başörtü meselesi üzerinden yürütülen siyaset…

Sayın Cumhurbaşkanımız, siyasi muhaliflere, özellikle ana muhalefet partisi ve liderine seslenerek diyor ki;

“Kadının başörtüsünü yasalarla değil, anayasayla teminat altına alalım.”

Tarihi bir ifade, gönüllere huzur veren bir istek…

Lakin, her şey “başörtüyle” sınırlı değil ki.. Toplumun sorunlarına çözüm üretecek tek etken, başörtü değil… Hep ifade ediyorum, bir kez daha söyleyeyim…

Türkiye’nin en büyük sorunu;  “Sekülar ve Kemalizm anlayışıdır.”

Genelleme yapılırsa, Türkiye bu sistemde, yani sekülar ve Kemalist anlayışla bir yere varamaz ve hiçbir sorununu da çözemez..

Eğer siyaset samimiyse, Cumhurbaşkanımız tüm siyasetçilere seslensin ve desin ki;

“Gelin, kadının başörtüsü ne kadar toplumsal bir mesele ise kadının açık saçık dolaşması da bir o kadar toplumsal meseledir?”

Kadının açılıp saçılıp piyasaya yayılması bize göre bir ardır, bir utanmazlık halidir ve kadına verilen bu serbestiyet, bu özgürlük, kadını bir fitne unsuru haline getirmektir.

İşte bundan dolayıdır ki, kadının başörtüsünü giymesi veya giymemesini anayasanın hükmü altına almak, bana siyasi bir aldatmaca hali gibi geliyor…

Ülkemiz dahil olmak üzere, İslam ülkelerinde.. Bilaistisna; İslam’a inanan bir milletin kadını baş açık dolaşmaması gerekir…

Kılık-kıyafet, başörtü dahil, tarihimize ve kültürümüze yakışır bir şekilde anayasa hükümleri altına alınması lazım..

Böyle olması gerekmektedir.  Kamu vicdanının ekseriyeti bunu istiyor.

***

Yoksa “Ey kadınlar isteyen açık saçık dolaşır, isteyen başını örter” ki o başını örtenler de büyük bir zulüm dayatmasıyla baskı altına alınarak “illaki başını açacaksın” denilerek baskı yapılıyordur.

Yalnızca o baskıdan kurtarmak, Türkiye insanımızın sadrına verilecek bir şifa değildir.

Yenileyerek ifade etmek istiyorum, kadının hürriyetini ve haysiyetini korumak için İslami terbiye çerçevesinde anayasa hükümleri, hayata geçirilmelidir… Toplumsal düşüncenin galibiyeti ve ekseriyeti bunu istiyor…

Aksi takdirde yıllardan beri gelen giden iktidarların hep böylesine yarım yamalak nabza göre şerbet verme halleri ne o iktidarlara bir şey getirmiş, ne de topluma bir şey kazandırmıştır.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Tek kelimeyle bu memleket insanları yüzeysel olarak, yani kanserolojik yaraları merhemle tedavi etmeyi düşünmüyor ve istemiyor.

Köklü bir ilaç, köklü bir reçeteye dayalı gerçekle sorunları tedavi etmek istiyor..

Bakınız, Yeni Şafak yazarlarından dostumuz Yusuf Kaplan Hoca’nın, dünkü köşe yazısındaki şu tespitlerini sizinle paylaşmak istiyoruz.

“Ersin Çelik kardeşim sosyal medya hesabından yayınladı: Yaşlı bir amca, otobüse biniyor, oracıkta kriz geçiriyor, kimse ilgilenmiyor, yer vermiyor, otobüsün şoförü hemen hastaneye sürüyor otobüsü ama yaşlı amcanın kalbi dayanamıyor ve hayatını kaybediyor.

Müslümanların davranışlarının inançlarıyla ve ilkeleriyle bu kadar çeliştiği başka bir zaman dilimi yaşandı mı, kuşkuluyum.

Modernleşme dolayısıyla sekülerleşme süreci, köklerin kuruması, ruhun yitirilmesi, değerler haritasının alt üst olması olduğu için anlamsızlığın, ontolojik şiddetin hükmünü icra etmesi temel belirleyici dinamikler konumuna yükseldi. 

Değerler anarşisi ve kaosu, sosyal ilişkileri ruhsuzlaştırdı.

Bu ülke daha düne kadar İslâm’ın helal-haram ölçülerine özen gösteren bir toplumun nefes alıp verdiği bir ülkeydi.

Haramdan, kul hakkı yemekten şeytandan kaçar gibi kaçan bir toplumduk biz.

İslâmî gösterebilişsel düzen, özellikle de mimarî ekolojimiz ruh-köklerimizi kurutup tepeden jakoben yöntemlerle dayatılan modernleşme / laikleşme projesiyle birlikte anlam haritalarımız çok büyük sarsıntı geçirmesine, neredeyse yok olmanın eşiğine gelmesine rağmen sosyal dokumuz, sosyal bağlarımız çok sağlamdı.

Kimse kimsenin malına mülküne göz dikmezdi. Herkes azla yetinir, izzetini, haysiyetini yitirmezdi; komşusunu gözetir, kendinden biri gibi görür, komşusunun her tür sorunuyla yakından ilgilenirdi.

Hırsızlık nedir bilmezdi. Yoksuldu belki biraz ama en temel insanî değerler bakımından zengindi, ruh doluydu.

Gelinen noktada jakoben modernleşme / laikleşme projesinin, toplumun değerlerini aşındırmayı, toplumu metamorfoza / başkalaşıma uğratmayı ve celladına âşık etmeyi başardığını görüyoruz.”

***

Bu haftanın ilk günündeki yazımızın muhtevasını şu duayla bitirelim.

Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster, ona uymayı nasip eyle.

Yanlışı ve batılı da yanlış ve batıl olarak göster, bize ondan uzaklaşmayı nasip eyle.

Ya Rabbim!

İnsanlarımızı, devletimizi, hükümetimizi, gerçek hak ve hakkaniyetten ayırma ve hileli aldatmacalardan da koru diye dua ediyoruz.

En derin saygı ve sevgilerimle.