GİRİFT BİR TÜRKİYE’NİN HALİ PÜR MELALİ!

Sevgili okurlar!

"Ülke nereye gidiyor?" sorusuna karşı inanın ben şahsen bir yanıt bulamıyorum.

Çünkü hep bugüne kadar meçhule doğru sürüklenmiş bir Türkiye söz konusu.

Dost görünüp, düşmanca muamele yapan, ne idüğü belli olmayan hain planlar ve bu hain planların planlayıcıları bir türlü bu ülkeye, bu topluma, bu coğrafyaya bir şey veremedikleri gibi, var olanları da maalesef götürdü.

Her ne kadar basmakalıp kavram haline gelen ekonomik kriz söz konusu ise de bize göre bu tümüyle spekülasyondan ibarettir.

Boştur, herkesin ağzında dolaşan klişeleşmiş bir ifadedir.

Aslında bu kriz bugün değil.. Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze dek zaten Türkiye krizlerden kendini kurtaramamıştır.

Halka hep panikli haller yaşatılmış.. Halk doğusuyla, batısıyla, Kürdüyle Türküyle hep travma geçirmiştir.. Gelen giden iktidarlar adeta haleflerin seleflerinin projelerini, planlarını muhtevasıyla beraber genişleterek Türkiye’yi zor durumlara sokmuştur.

Sohbetimizin başında "Giriftli Bir Türkiye" dedik.

Evet doğru!

Girift demek, içinden çıkılmaz, seçeneksiz, problemler yumağı haline gelmiş bir ülke demektir.

Bu mübarek toprakların üzerinde yaşayan insanlarımıza maalesef hak etmedikleri haller yaşatılıyor.

Hep zifiri, kapkaranlık bir durum yaşatılmıştır.

Ülke, arkası görünmeyen zifiri karanlık bir tünelden seyretmektedir.

Ekonomik kriz desen o biçim.

Nazar değmesin evlere şenlik!

Eğitim ve kültür desen daha alası mevcut.

Ahlak çöküntüsü desen apayrı bir badire…

Cehalet, fakru-zaruret, işsizlik ve inançsızlık başını almış gidiyor…

Ama ne çare ki gelen giden yönetimler, iktidarlar, Başbakanlar, devletin önemli kurumlarındaki kilit adamlar, deyim yerindeyse büyük başlar diyelim..Bu deyimden kimseyi kastetmiyoruz ama siyasetin büyük başları diyelim..Bir türlü hiçbir şeyi umursamamışlar ve umursamaya da niyetleri yok gibi geliyor…

Seçimlerden seçimlere vaziyeti idare edercesine medyanın kalemşörleri ile birlikte, gah kavga, gah barış pehlivanlığından başka bir şey yapmıyorlar.

Ülke, bölünme gibi büyük bir uçurum tehlikesiyle karşı karşıya iken dostlar alışverişte görsün diye siyaset erbabları başka bir atmosferde seyrediyorlar.

Yani vurdumduymazlığa kendilerini vermişler gibi.

Sadi Şirazi’nin dediği gibi, "Ömür berfest, ve afitabi temmuz endekimande. Hovace ğirre-henüz"

Türkçesi şöyle: "İnsan ömrü kar gibidir, Temmuz ayının güneşi mevcutsa kar dayanmaz erir gider. Ama tüm bunlara rağmen beyefendi farkında değil ve hala gaflet içerisindedir."

Yani farkında değil ki kar gibi eriyip giden ömür, bir gün tepe taklak sahibini götürür.

Evet!

Durum bu.

Siyaset bezirganları bir türlü kendilerini yorulmuşluktan, melezlenmiş kozmopolitlikten kurtaramıyorlar.

Millet büyük bir kurtuluş ve başarı beklentisinde iken hep hayal kırıklığına uğramıştır.

Son günlerde Deniz Baykal, çarşaf ve örtü için kurtarıcı bir kahraman olarak ortaya çıkmış ve ciddiyet durumunun ne derecede olduğu bilinmemekle beraber, görünen odur ki bir hayli puan toplamıştır.

Hatta bir çok insan bunu samimi bularak artık Cumhuriyet Halk Parti siyasetine yavaş yavaş puan toplamakta ve prim vermektedirler.

Bakın yazar Nazlı Ilıcak dahi "Böyle giderse ben de oyumu Cumhuriyet Halk Partisi’ne veririm" diyor.

İnanın ki, ben de Nazlı Ilıcak gibi düşünmekten uzak değilim.

Zira artık basmakalıp bir muhafazakarlık görünümlü bir makyajdan herkes bıkmıştır.

Ben de bıktım.

Çünkü, 65’li yıllardan bugüne kadar genellikle muhafazakar, inançlı, milliyetçi kesim koalisyonlu hükümetlerde olsa bile sayısal olarak hep iktidarda olmuşlardır.

Ama sesleri hep cılız çıkmıştır. Korkaklık, perişanlık içerisinde kalmışlardır.

Yine en yüksek ses Solun ve CHP’nin olmuştur.

Kendi zihniyet ve ideolojilerini bağırarak hakim kılmışlardır. Böylece söz sahibi olmuşlardır.

Tıpkı bugünkü gibi.

Kimse kusura bakmasın.. İktidar demek, halkı yanıltarak, oyunu alarak Büyük Millet Meclisi’ni milletvekilleriyle doldurmak değil. İcraat demektir icraat.

Bu da görünmüyor.

Anlaşılan odur ki; bu ülkede devletin iki şekli söz konusu.

Bu iki halle yatıp kalkan devlet ve sistem kendini badirelerden sıyıramıyor.

Biri şeffaflık hali, diğeri karanlık hali…

Yazar Ali Bayramoğlu 2 Aralık 2008 Salı günkü Yeni Şafak’taki köşesinde şöyle yazıyor:

"Bu ülkede devletin iki öyküsü var.

Öykülerin biri şeffaf, diğeri karanlık..

Sorun bu iki öykünün aynı kaynaktan beslenmesi, aynı yapılardan doğması, velhasıl paralel olmasıdır."

Yani şeffaflık ile karanlık aynı terazide tartılmaktadır..

Biri bir türlü diğerine ağır basmıyor.

"Bu ülkede binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitti.

Hrant Dink son örnek. Onu Malatya vahşeti izledi.

Daha önce Rahip Santoro vardı…

Ve Susurluk..

Susurluk yüzlerce, binlerce insanın kaybolmasına, infazına yol açtı.

Kimi devlet raporları, kimi mahkeme kararları, kimi tetikçi itirafları bu cinayetlerin önemli bir kısmının resmi katiller tarafından resmi kurumlar himayesinde işlendiğini açık bir şekilde gösterdi."

Evet!

Elhak! Bayramoğlu’nun bu tespitlerine bire bin defa katılıyoruz.

Ve yaşanmıştır. Özellikle yöremizde, Diyarbakır’ımızda, Batman’ımızda, Şemdinli’de, Yüksekova’da, Şırnak’ta, Cizre’de, bu karanlık, şeffaf olmayan badireler resmi ideolojilerin gölgesinde çıkarcı, vurguncu, rantiyeci, hortumcu birçok katiller tarafından gerçekleştirilmiştir.

Bunları Ali Bayramoğlu’nun demesine gerek yok.. Zaten bu coğrafya üzerinde yaşayan insanların yedisinden yetmişine kadar bunlar yıllardan beri yaşanmaktadır ve herkesin tespitleridir.

Ama kime anlatırsın…

1 Aralık 2008 Pazartesi günkü Vakit gazetesinin Arşiv sayfasında bizim bu tezimizi kanıtlayan çok ibret verici haberler mevcuttu.

Bunların en önemlisi Cumhuriyet’in yazarı Hikmet Çetinkaya’nın Cumhuriyet’teki köşesine taşıdığı itiraflarıdır.

Çetinkaya, mütedeyyin (dindar) insanların üzerine atılmak istenen faili meçhulleri yorumlarken, şöyle diyor:

"AYDIN CİNAYETLERİ KONTRGERİLLA İŞİ

Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Çetin Emeç ve benzeri faili meçhuller için, sarhoş kafa ile yazıyor olmalıydı ki; ‘İslamcılar tarafından öldürüldüler’ diyen ve hatta bazıları için ‘Vakit hedef gösterdi’ diye saçmalayan Hikmet Çetinkaya, dün işin doğrusunu anlattı. Çetinkaya, kendi gazetesinden Deniz Ülkütekin’e ayık kafa ile röportaj vermiş olmalı ki, bahsi geçen cinayetlerin arkasında kontrgerillanın bulunduğunu söyledi. Çetinkaya, Hizbullah’ın da devlet tarafından kurulduğunu, bu örgüt üyelerinin jandarma alay komutanlığında eğitildiğini iddia etti."

Deniz Ülkütekin, Hikmet Çetinkaya ile yaptığı mülakatta şu soruyu soruyor: "Faili meçhul cinayetler ve suç unsuru taşıyan yapılanmalar üzerine yazmaya başladığınızdan beri Türkiye’de değişen bir şeyler oldu mu?"

Çetinkaya şöyle yanıtlıyor:

"Bence değişen pek bir şey yok. Türkiye eşitlikçi, özgürlükçü ya da demokratik bir toplum değil. Adı demokratik hukuk devleti, ama bu sadece kağıt üzerinde. Faili meçhul(m) aslında faili meçhul değil anlamında. Örneğin Vedat Aydın cinayetinin faili meçhul müdür? Bence değildir.. O cinayetten hemen sonra Diyarbakır’a gittim.

Bülent Ecevit de olayın ardından Özel Harp Dairesi’nden bahsetmişti. Vedat Aydın’ı o dönemde devlet içinde örgütlenen silahlı bir çetenin öldürdüğünü herkes biliyordu. Sonraki yıllara baktığımızda başta Uğur Mumcu olmak üzere, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı cinayetleri var.. 2002’deki Hamlemitoğlu cinayeti hala açıklığa kavuşmadı.

Bu cinayetlerin arkasındaki adı konulamayan bir güç…

Adı var, bunu görmek için kanlı 1 Mayıs’a, o gün intercontinental Oteli’nin odalarından ateş edenlerin kimliklerine bakmak yeterli. Buradan Özel Harp Dairesi ya da kontrgerilla çıkar. Güneydoğu farklı bir boyuttur bu bağlamda. Baktığınızda Musa Anter cinayeti gibi, faili belli olan pek çok cinayet vardır. Ben bu olaya sadece Güneydoğu penceresinden bakmıyorum. Güneydoğu operasyonlarında önemli bir isim öldürüldü ve fali hala meçhul. O dönemde siyasi erkin atadığı OHAL Valisi, OHAL’de görev yapan birtakım polis müdürleri bakan, milletvekili oldu. Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağının buzlanması filan hala tartışılan olaylar."

Evet!

Yukarda belirttiğimiz gibi demek ki Türkiye yıllar yılı girift, seçeneksiz, çözümlenmeyen, çözülmeyen denklemlerle karşı karşıya…

Ama birileri çıkıp namusluca yüreklilik gösterip bu denklemlere karşı bir formül bulamamıştır, bulmaya da kimsenin niyeti yoktur.

Ama biz burada halkımıza, dava dostlarımıza seslenerek diyoruz ki;

Evet! Sabrın sonu daima selamettir.

"Bekle gör" politikasını da hiç unutmayalım.

Eğer bu ülkede zulmün, adaletsizliğin, zalimin, edepsizliğin zulmü varsa, hakkın da bükülmez kolu vardır ve caydırılmaz sözü vardır…

Biz burada aklımıza gelen bazı kritik ve çok önemli soruları dile getirmek istiyoruz.. Ve bu sorularımızın muhatabı da Genelkurmay Başkanı sayın Orgeneral İlker Başbuğ’dur.

Sayın Paşam!

Genelkurmay’ın arşivleri mevcuttur. Tüm olaylar harfi harfine, dakikası dakikasına kaydederek tescil edilmiştir.

Bu arşivleri incelerseniz çok büyük gerçeklere muttali olacaksınız.

1993’te Diyarbakır’ın Lice ilçesinde operasyona giderken birliğin kapısında kafasından Kanas kurşunuyla vurularak şehit düşen Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın yanında o günün Jandarma Alay Komutanı kimdi?

Ve paşayla beraber iken paşanın neresinde duruyordu?

Kanas kurşunuyla vurulan Bahtiyar Aydın paşa, dağdaki PKK’lılar tarafından mı vuruldu, yoksa itirafçı PKK’lılar tarafından mı?

Soru 1: Aynı birlikte mevcut olan o tür silahların balistik incelemesi yapıldı mı yapılmadı mı?

Soru 2: Nisan 2000, 25’i 26’ya bağlayan gece Müteahhit Mehmet Emin Altındağ ile arkadaşı Münir Mennan’ın Bingöl’den Diyarbakır’a gelirken trafik kazası süsü verilerek saat 17.00 sıralarında uçuruma yuvarlanıp ölmüşlerdir.

Olay yerinin yanıbaşındaki tepede askeri birlik mevcuttu. Aynı zamanda her tepe başında termal kameralar mevcut. Bunlar nasıl olur da bu iki gencin uçuruma yuvarlanmalarını tespit etmedi ve askeri birliğin nöbetçileri görmediler?

Ve askeri birlik hakim tepede bulunuyor.

Ertesi gün sabah saat 09.00’a kadar o iki gencin ölümüne hiç kimse muttali olmadı.

Prosedür olarak o saatte, o yoldan geçit vermeyen karakol, nasıl olur da öbür karakola haber vermeden onlara geçit verdi?

Olayın daha ilginci 29 Eylül 1999 günü Diyarbakır eski Jandarma Alay Komutanı E.Ş. adlı Albay, Emin Altındağ hakkında Jandarma Genel Komutanlığı’na altı sayfadan ibaret el yazısıyla bir dilekçe vermiş.

Emin Altındağ’ın kendisini tehdit ettiğine dair ve PKK’yla işbirliği içinde olduğunu içeren dilekçenin mahiyeti ne içindi?

Aradan altı ay geçmeden Emin Altındağ’ın o yoldan geçişi ile ve yaptığı trafik kazası bir rastlantı eseri miydi acaba?

Şayanı dikkattir ki anılan aynı o jandarma komutanı Bahtiyar Aydın paşanın şehit edilirken bu zat da ordaydı.

Aydın paşayla beraber Lice’ye göreve gitmişlerdi.

Tabi bunlar hep girift, çözümlenmeyen, seçeneksiz olaylar (!)

Yarınki yazımızda Ergenekon’un bu tür olaylarla bağlantılarını daha detayıyla bu kez Adalet Bakanı sayın Mehmet Ali Şahin’e bazı sorularımız olacaktır.

Bizi takip edin..

En derin saygılarımla…