28 ŞUBAT’IN HESABI SORULSAYDI, 15 TEMMUZ OLMAZDI! (III)

Evet, sevgili okurlar.

“28 Şubat’ın hesabı sorulsaydı, 15 Temmuz olmazdı” başlıklı seri yazımız devam ediyor.

Ki bu başlık gerçekten çok dolu olduğu gibi; tarihi derinlik arz etmektedir…

Zira, tüm versiyonlarıyla tarihin derinliğine indiğimiz zaman, ders-i ibret olsun diye bu anılan başlık hep aklımıza gelir, tüm konularımızın başına başlık olarak konulması gereken bir kavram niteliği taşır…

Hakikaten her zaman burada ifade etmeye çalıştığım gerçek; cumhurun arkasında bulunmayan bir cumhuriyet, ne yazık ki içi boş bir kavram olarak devletin temeline yerleşmiş ve mevcut anayasanın başlığına konulmuş durumdadır.

Cumhurun arkasında bulunduğu bir cumhuriyet, hiç kuşkusuz ki fazilettir…

Ki insanlığın izzet ve şerefine layık bir kavram teşkil eder…

Nitekim, Cumhuriyet işte o zaman gerçek kimliğine kavuşmuş olur…

Ne var ki, yıllar yılı tam aksine müstevli İngilizler adına ve milli iradeden fersah fersah uzak olan, içi boşaltılmış “Cumhuriyet ve Demokrasi” kavramı hiçbir zaman bu milletin yaralarına derman olmamıştır.

Ancak, ciddi olarak olsa olsa mutlak bir istiptad ve mezalimden ibaret olmuştur..

İnsan temel ve hak özgürlüğüne aykırı olmuştur..

Kederli bir millet yaratmıştır…

Varlığını yitirmiş, tarihini, kültürünü, şeref ve haysiyetini elinden alan, hem de haçlı dış emperyalizm adına, milletin elinden alınan her şey artık o cumhuriyete bağlı kalınabilecek bir sistem olarak kabul görmez…

Olamaz da...

Yönetimde, iktidar da; Milli iradeyi temsil edemez..

Onun için Cumhurbaşkanı, tüm açıklamalarında sık sık buna değiniyor.

“Bizim cumhuriyet rejimiyle bir ilgimiz yoktur, 1923’te kurulmuş bir rejimdir ve o yerindedir.

Bizim mücadelemiz; içi çürümüş, kokuşmuş bir sistemin değişmesiyle ilgilidir.

Bu sistem değiştirilmediği müddetçe, Türkiye yönetilemez hale gelir ki çok büyük badireli tehlikeler gündemde olur…”

El hak…

Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, yerden göğe kadar haklıdır..

Ki siyasete adım attığı günden bugüne kadar, attığı her adım isabetli olmuştur, kazanımlı olmuştur ve gelişmeler zaman içerisinde Cumhurbaşkanını haklı çıkarmıştır.

Yoksa nerdeyse yüz yıldan beri “Cumhuriyet, demokrasi, Kemalizm, Sekülerizm” gibi bahaneli ifadelerle bu milletin tarihine, kültürüne, dinine, inancına ambargo konulmuş bir yönetim şekli dün milli olmamıştır, bugün de milli değildir, yarın da milli olamaz.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

İki günden beri “A Haber”de 28 Şubat’taki kadınların türbanlarıyla ilgili dizi halinde yayınlanan haberler tüyler ürperticidir.

Sivas’tan bir öğretmen hanımefendi kamera karşısında anılarını anlatırken, hüngür hüngür ağlıyor.

Hıçkırarak anlatıyor, zaman zaman tıkanıyor ve konuşamayacak şekilde bir hal yaşıyor.

Öbür yandan vatandaşın birisi, yaşlı bir adam çıkıyor diyor ki;

“Ezan-ı Muhammedi’nin orijinali bize yasaklanmıştı.

Hangi müezzin “Allahû Ekber, Allahû Ekber” diye ezan okuduğu zaman, oradan geçen jandarmalar veya herhangi bir şikâyet üzerine o müezzin "büyük işkencelere tabi tutulmasın, hapse atılmasın…"

Kur’an harfleri ortadan kaldırılmıştı.

Camiler kapatılmış, yıktırılmış veya da askeri kışla haline getirilmişti…

Kadının ismet-i harimine dokunarak, iffet ve namusuna el atılmıştı.

Tüm bunlar; içi boş cumhuriyet sisteminin uygulayıcıları tarafından gerçekleştirilmişti.

Hem de kendilerini kurtarıcı kahraman göstererek yapmışlardı.

Sormazlar mı?

Acaba o müstevli işgalci İngilizler, Allah korusun Anadolu’da kalmış olsaydı, bunu yapabilirler miydi?

Hayır, kesinlikle yapamazlardı diyebiliriz.

Zira bin senelik bir geçmişe sahip olan bir toplum bunu kabullenemezdi.

Maraş’tan, Antep’ten, Urfa’dan, Sakarya’dan, Dumlupınar’dan düşmanı kovdukları gibi aynı şekilde yine bunları da kovabileceklerdi.

Ama ne yazık ki İngilizlerin, Fransızların, Yunanlıların, İtalyanların yapamadıklarını, “Cumhuriyet ve Demokrasi” adına, “Muzafferiyet ve Kurtarıcılık” adına bu millete hükmen işkence yapılarak, yaptılar..

Bu nedenledir ki 28 Şubat 1997’den sonraki olup bitenler, hem de post modern askeri vesayet ve darbe hükümranlığı  ve hainliği altında olup bitenler, kesinlikle o kokuşmuşluğun bir devamı olduğundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

***

Düşünün, sevgili dostlar.

Bir millet, canından, emeğinden, alın terinden, kazancından fedakarlıklar yaparak verdiği vergilerle, tüm kurum ve kuruluşların bütçelerinin temin edilmesiyle birlikte bazı kamu kurumları milletin tarihine, dinine, imanına, haçlı ve Siyonist emperyalistlerin adına hareketle din düşmanlığı yaparak, pranga vurmuştur.…

Üniversitelere, okullara, hatta askeri harp okullarına bu milletin evlatlarını sokmamışlardır.

Hem de işkence yaparak, hem de baskı yaparak, hem de ağlatarak…

Gözyaşlarını sile sile evlerine geri dönen gencecik kız öğrenciler veya memureler.

İşte onun için başlık olarak üç günden beri kullandığımız; “28 Şubat’ın hesabı sorulsaydı, 15 Temmuz olmazdı” ifadesi, olup-bitenleri bize tefrika gibi, okutmaktadır…

Ne var ki, 28 Şubat sorulmadı ve ihmal edildi..

Hatta AK Parti’ye karşı aldatıcı bir şekilde, 28 Şubat’çı ajanlar vasıtasıyla “bize karşı kumpas kuruldu” diye kendilerini “Sütten çıkmış ak kaşık” gibi gösterdiler.

Oysaki aynı o darbeci generaller, o egocu Ergenekoncular, o ulusalcılar, aynı tek parti şeflik ve dipçik döneminin bir uzantısı olduğundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Aynı o ekip, o grup ne yazık ki hala da pusuda yatmaktadırlar.

Nitekim görüyoruz…

O emekli generaller, Doğu Perinçek’in “Aydınlık” gazetesi paralelinde adım atarak, Anadolu’nun birçok yerlerini dolaşarak, milleti “Evet” oyunu kullanmaktan caydırıp, “Hayır” oyunu kullanmalarına yönelik propaganda yapmaktadır.

Aynı ekip; Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ve Doğu Perinçek’ler, Cumhuriyet ve Hürriyet Gazetesinin attığı “Karargah rahatsız” manşetinin de aynı komite tarafından, üzerinde ittifak edilerek atılmış olduğu kesin olarak biliniyor.

Bu edepsizliklerine rağmen, hak ettikleri şamar bir türlü atılmıyor.

Bilemiyoruz, buna bir çözüm yok gibi geliyor.

O da tıpkı 28 Şubat gibi bir muamma.

Bilinmeyen meçhule doğru bir yürüme söz konusu.

Onun için, halkın beklentisi; Cumhurbaşkanının mitinglerde sık sık dile getirdiği sistemin değişimi için “Evet” ifadesinin salt bir çoğunlukla sandıktan çıkması gerekiyor.

Eğer halk veyahut bazı bölgelerin içinde bulunan FETÖ, PKK, DHKP-C gibi yanlış bir hareketle “Hayır” oyunu kullanma gibi bir uygulama yapılırsa, gerçekten memleketimize yazık olur, altından çıkılmaz ağır bir vebal olur.

“Hayır” oyunu kullanan kim olursa olsun, nerede olursa olsun, ne niyetle olursa olsun, illaki günaha girer ve hem de Allah nezdinde kıyamet gününde dahi bunun cevabını veremez.

Gerçekler tüm çıplaklığıyla orta yerdedir.

Hani demişler ya;

“Görünen köy kılavuz istemez” misaliyle yola çıkarsak, hali âlem meydandadır.

Tarihi ulusalcılar, FETÖ’cüler, Kandil’den “Hayır” naraları atılıyorsa, hem de büyük kirli bir ittifakla hareket ediliyorsa, bu millet uyanmalıdır.

***

Sevgili can dostlar.

Fazla başınızı ağrıtmayalım.

Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin tarihi çok güzel tespitleri var, o tespitlerinden bir nebzecik de olsa sizinle paylaşmadan geçmek istemiyorum.

Üstat şöyle diyor;

“Dünyada tedennimizin (geri kalmamızın) sebebi, zillet içinde kıvranıp durmamızın yegâne nedeni; dinimize, inancımıza, kültürümüze, milli değerlerimizin ruhuna riayetsizliktendir.

Zira intizam ve idareden ziyade, yani devletin yönetim şeklinden daha ziyade toplumsal olarak ahlakımızı sadeleştirip, inancımız paralelinde ahlaklanmamız lazım.

Temiz ahlakın ana unsuru da dinimiz olan yüce İslam’ın ahlakıdır.

İslam ahlakı ise İslam gayretini gerektirir.

Bir toplum, İslam gayretiyle yola çıkmayıp, küfür sistemlerine alet olma sefaleti içinden kendini kurtaramıyorsa, ne yazık ki o toplumun geleceği karanlıktır, vahimdir.

Dünya için hiçbir zaman din ihmal olunmaz.

Biz vatanımızı din ve harameyn için severiz.

Eğer vatanımız söz konusuysa, içinde din faktörünün ve harameyn-i şerifeyn olan Mekke ve Medine’nin yüzü suyu hürmetine severiz.

Dünyayı da din için imar edeceğiz, donatacağız.

Onun için Üstat Hazretleri şöyle diyor;

“La hayre fi dünya bila dinin”

Dinsiz olan bir dünyadan hayır gelmez.

Madem öyleyse demokrasi ve meşrutiyet söz konusuysa, yani bugünkü deyimle cumhuriyetin faziletten ibaret olabilmesi için, milletin hâkimiyeti şarttır.

Milli iradenin ruhuna sadık kalmak gerekir.

Milletimizin mevcudiyeti için, mutlaka tarihi inancımızdan, kültürümüzden taviz vermememiz gerekir.

Millet ve milliyetçilik deyince, yalnız ve yalnız İslamiyet akla gelir.

Zira İslamiyet bağıyla bağlanmayan bir toplum söz konusuysa, o zaman Hz. Nuh (a.s) ile evladı arasındaki bağlantı gibi olur.

Hz. Nuh (a.s) nasıl ki oğluna sahip çıkamadı.

Zira oğlu Allah’a inanmayıp isyan etti, babası ne kadar ona acımak istediyse de kurtaramadı.

İşte devlet ve millet arasındaki samimiyet bağı da buna benzer.

Milli iradenin varlığı, milli ruha bağlı kalmak gerçeğiyle mümkündür…

Aksi takdirde her şey laf-ı güzaftan ibaret olur..

En derin saygı ve sevgilerimle…