ADALET VE ZULÜM!

Evet, sevgili okurlar.

Bilindiği üzere, ülkelerin, toplumların ve devletlerin var olabilme şansı ve bekası ancak, adaletin fütursuz ve eksiksiz olarak uygulanmasıyla mümkündür.

Toplum arasında eşit ve özgürce dağılımında yatar...

İşte o zaman, halkın içerisinde huzur, refah ve mutluluğun oluşması ve gelişmesi mümkün olabilir?

Aynı paralelde yani adaletin varlığı paralelinde de tam karşıtı olan zulmün varlığı söz konusuysa onun da kökten yok edilmesi gerekir.

Eğer ki bunlar ikmale getirilirse, işte o zaman o ülke ve o ülkenin yönetimini eline alan devlet otoriteleri hakkaniyetli olarak "demokratik hukukun üstünlüğüne inanmış" bir devlet yapısına sahip olduklarını ifade edebilirler?

Aksi takdirde yukarıda anlatmaya çalıştığımız kavramların "mefhumu muhalifi" olan "adaletsizliğin ve zulmün" var oluşa gelmesi kaçınılmaz olacağı gibi; toplum arasında terör ve şiddet vahim bir nokta ulaşır.

Ülke; anarşiden, isyandan ve ayaklanmadan kendini kurtaramaz.

Devlet istediği kadar kendisini "demokratik bir devlet" olduğunu ifade etmeye çalışırsa çalışsın, cumhurbaşkanları, başbakanlar, iktidarlar, muhalefetler kendilerini ne kadar özgürlükler içerisinde hissederlerse hissetsinler, eğer ki toplum huzursuz ise "o rejime demokratik rejim" denilmez.

O ülke hakkaniyete dayalı, zulüm ve zalimlerden arındırılmış adaletli bir ülke adını taşıyamaz.

İşte hali âlem ortada.

Hani diyorlar ya; “Görünen köy kılavuz istemez” misali.

Bu halk deyimiyle yola çıkarsak; Ülkemizde ve yaşadığımız Coğrafyadaki ülkelerde her şey apaçık, bariz bir şekilde, sinema şeridi gibi kesintisiz olarak insanların gözü önünden gelişiyor ve gelişmektedir.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

6–7 Ekim’deki Kobani bahanesiyle yola çıkıp Güneydoğu Anadolu yöresinin özellikle Diyarbakır’ımızın içinde meydana gelen terör, anarşi ve nihayetinde elliye yakın insan, o mübarek Kurban Bayramı günlerinde öldürüldü, zalimce katledildi, nice ana babaların yürekleri dağlandı, ocaklar söndürüldü.

Elbette ki gönül arzu ediyordu ki bu tür olaylar bir hukuk devleti içerisinde yaşanmasaydı.

Zira adı üzerinde zulümden arındırılmış, hukukun üstünlüğüne inanmış, adaletle yönetilen bir hukuk devleti olarak nitelendiriliyor.

Ama o günden bugüne kadar, nerede ise iki ay geçti.

Hiçbir şey yokken dünden beri görsel medyanın ekranlarına, yazılı medyanın da 1. sayfalarına düşen haber çok sevindiriciydi.

Dünkü yazılı medyanın sayfalarında, özellikle Diyarbakır Söz’de maktul ve mağdur olan 4 masum insanın resimleriyle beraber sürmanşete taşınan haber “FAİLLERİ YAKALANDI” başlığını taşıyordu.

Kırmızı zemin üzerine beyaz harflerle yazılan bu haber, adeta yöre insanları arasında bir bayram sevinci yaşatmıştır.

Haber şöyle devam ediyor;

“6–7 Ekim Kobani olaylarında Yasin Börü’nün de aralarında bulunduğu 4 kişiyi öldürdükleri ileri sürülen 16 kişi yakalandı”

Evet, haber detayıyla devam ederken biz burada başlıkla yetinelim.

Çünkü hepsini köşemize sığdıramayız.

Ancak tek kelimeyle ifade edelim ki o bayram gününde meydana gelen bu zulüm eylemi ne kadar çirkinse ve devletin teröre karşı ne kadar aciz durumda olduğu görüntüsü verilmişse de o katillerin yakalanıp da adaletin eline teslim edilmesi de devletin, emniyetin aktifliğini, çalışmalarını, polisin özverisini o kadar gösteren sevindirici bir haberdir.

Eğer failler yakalanmasaydı, halk artık bu iktidardan ve bu polisten yakasını silkelemeye başlayacaktı.

Ama bu canilerin yakalanması, iddia bile olsa gerçek manada buna inanarak başta Diyarbakır Valisi Hüseyin Aksoy’a, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı Ramazan Solmaz Beyefendiye ve Emniyet Müdürüne kamuoyu adına buradan teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Gerçekten geç de olsa halkın yüreklerine serin bir su serpilmiş oldu.

* * *

Ama tüm bunlarla beraber bir hafta içerisinde Diyarbakır’da güpegündüz üç kuyumcu soyuldu.

Hem de uzun namlulu silahlarla, hem de üç soyguncu birlikte Bağlar Semtinde kuyumcu Cuma Bürkün’ün işyerine saldırarak silah zoruyla 3,5 kilo altın gasp ederek götürmesi ve işyerinde bulunan kameranın tüm görüntülerine rağmen, polisin bunları yakalayamaması?

Gerçekten Diyarbakır Polisi için ve hatta devletin ciddi varlığı için bir züldür ve ciddiyetine karşı şaibedir.

Bir hafta içerisinde güpegündüz silah zoruyla, vitrinleri kırarak, malı alıp gitmeleri ve Polisin de o an için piyasada bulunmaması, çok büyük ümitsizliklere sürüklemektedir.

Herkes birbirine bunu soruyor.

Bu ne hal?

Diyarbakır, adeta Amerika’daki "Teksas eyaletine" benzedi, gerçekten bunlar çok üzücü, çok korkutucu.

Zira vatandaş artık güpegündüz çarşı pazarda rahat bir nefes alarak, dolaşmama tehlikesiyle karşı karşıyadır.

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Bugünkü yazımıza “ADALET VE ZULÜM” başlığıyla yola çıktık.

İşte anlatmaya çalıştığım; iki ay içerisinde Diyarbakır’da meydana gelen bu tür olaylar bize göre “Adalet ve Zulmün” çarpışmasıdır, “Hukukla hukuksuzluğun” kavgasıdır.

İnandığımız yüce İslam dininin İslam Hukuku olmaktan daha fazla tüm dünya hukuk literatüründe devletlerin ve hükümetlerin başlıca ve öncelikli görevi; “celb-i menafi der-i mefasit”tir.

Yani yararlı olan şeyleri topluma kazandırmak, zararlı ve bozguncu olan tüm bozgunculuğu da ortadan kaldırmaktır.

Ki, toplum "huzurlu bir nefes" alabilsin.

Bunların bulunmadığı bir yerde adaletten, hukuktan ve devletin varlığından bahsetmek, bize göre abesle iştigaldir.

İnsanlık tarihi bize gösteriyor ki eski toplumların başına gelen yıkıcı olaylar ve toplumu tarihten sildiren sebeplerin başlıcası; kendi aralarında bozgunculuğu yok edememekle beraber sulh-i umumiyi (toplumsal barışı) da sağlayamamasıdır.

İşte o toplumlar tarih sayfalarında yok olup gitmişlerdir.

Nitekim “Hûd” suresinin 116. ayeti mealen aynen şöyledir;

“Sizden önceki devirlerden bakıyye sahipleri (kitap ehli) yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı ne iyi olurdu. Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O zulmedenler ise şımartıldıkları refahın peşine düştüler ve hepsi de suçlu oldular”

İşte bu yüce ayet-i kerimenin mealinden anlaşılan budur ki toplumların toplum olabilmeleri için, devletlerin de otorite sahibi olabilmeleri için, öncelikle kendi aralarında her ne pahasına mal olursa olsun, bozgunculuğu, kötülüğü, zulmü arındırıp yok etmeleri gerekir.

Aksi takdirde bunu yapamayan toplumlar, kendilerini yok olmaktan kurtaramayacağı gibi; "yeryüzünden silinmeleri de" kaçınılmazdır.

* * *

Nitekim imam İbn-i Teymiye şöyle diyor;

“Zalim devletlerin hilakı (yok olup gitmesi) Müslüman dahi olsa içindeki zulmün varlığından ve adaletsizliğinden olmuştur.

Yani zulüm, o devletlerin içinde var olduğu müddetçe yok olup gitme hali de mukadderdir.

İnsanlar arasındaki sosyal dengenin yaşatılması da dürüst ve istikametli olma şeklidir”

İbn-i Teymiye’nin bu iki cümleyi bir araya getirip de yaşatması gerçekten tarihidir ve bilimseldir.

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar.