BÜYÜK HÜSRAN!? (II)

Evet, sevgili okurlar.

Dün bu sohbet köşemizde sizinle paylaşmak istediğimiz; ülkemizin gerçekleriydi.

İçinde oynanan oyunlar, tezgâha konulan senaryolar, yalnız bugüne münhasır değildir.

Dünkü sohbetimizde şöyle demiştik;

“Yıllardan beri bu oyun bir türlü sahneden düşmüyor.

‘Millet, devlet, asker, polis el ele’ deniliyor.

Aynı slogan nerede ise 50 seneden beri dillerden düşmüyor.

Siirt, Şırnak, Hakkâri, Van, Bitlis, Erzurum, Muş, Bingöl, Diyarbakır yolları kapalı…

Çarşı Pazar oldukça kesat…

Bölgede esnaf, tüccar kan ağlıyor.

İktidar derin uykuda.

Doğu ve Güneydoğu’da terör odakları oldukça azgınlaşmış, ejderha gibi başını kaldırmış ve yutuyor da yutuyor”

İnanın, sevgili okurlar.

İnsan, artık yazılı medyaların sayfalarına bakmaktan iğreniyor.

Hele hele görsel medya, oldukça rezalet…

Nedir bu rezalet?

İşte bu yazıyı yazarken dün 18.00 ana haberlerde çıkan “Cudi Dağı’ndaki teröristler 30 araç yaktı” başlıklı haber.

O araçların bir milli servet olduğu kimin umurunda?

Kim ne bilir hangi banka kredisiyle alınmış veya hangi leaising ile alınmış, sahipleri çalışıp aydan aya borcunu nasıl ödeyecek?

Ama heyhat!

Güpegündüz ülkenin göbeğinde yol kesiliyor, araçlar yakılıyor ve insanlar kaçırılıyor.

Gerçekten samimiyetle ifade etmek gerekiyorsa, olay çok düşündürücüdür.

Düşündürücü olduğu kadar da vahimdir.

Zira ülkeye vurulan bu darbe nereden çıkıyor ve neden önlenemiyor?

Ülke insanının tümü Müslüman olmakla beraber, şahadet kelimesi artık insanların ağzına pelesenk oldu.

Herkes şehit deyip duruyor.

İslam’ın bu kutsal kavramı kullanılıyor, fakat İslam’ın ruhuna sistem inanmıyor, devlet inanmıyor, resmiyet inanmıyor.

Kavram olarak halkın ağzından çıkan kelimeyi, rasgele sistem de kullanıyor, terörist de kullanıyor.

Herkes bu kutsal kavramı kendine çekiyor.

Nasıl olsa ücret ödenmiyor, fatura kesilmiyor, bedavadır.

Önemli olan; keşke İslam’ın ana hükümleri bu memlekette icra edilmiş olunsaydı, Kur’anın ipine sımsıkı sarılmış olunsaydı, bu ülke hıyanet, ihanet ve rezalet boyasıyla boyanmazdı.

Bu şehvet ve nifak makyajıyla makyajlanmazdı.

Onun için, her zaman diyoruz ya;

Devletin devlet olabilmesi için, kamu huzurunu sağlaması, ekonomisini sağlaması, mutlak bir adalet ve hürriyet değerlerini yaşatması gerekir.

Ülkenin ve halkın her kesimine bu özgürlük, adalet, barış, demokrasi vs. sadece lafızda kalmadan manası yaşatılmış olsaydı, o zaman herkes inanırdı.

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Burada sarf ettiğimiz kavramlar, dile getirdiğimiz gerçekler, yalnız bir tarafa yönelik değildir.

Yani yalnızca iktidara yönelik bir eleştiri değildir.

Kesinlikle ne iktidarı, ne cumhurbaşkanı ne de başbakanı, hedef alarak eleştirmiyoruz.

Eleştirimiz, parlamentoya giren tüm partilere mensup parlamenterlere, parti liderlerine ve TBMM Genel Kuruluna yöneliktir.

Zira tüm sorumluluk bunlara aittir.

Bu halk meşru seçimlerde oyunu bunlara vermiştir ki toplumsal huzurun sağlanması ve ekonomiden tut tüm sosyal ve siyasal düzenlemenin sağlanması onlara aittir.

Bu da ancak samimi ve ciddi bir çalışma neticesinde olabilir ki neredeyse yüz yıla yakın kurulan cumhuriyetin uygulaması buna yönelik çalışmamıştır.

İllaki Kemalizm, Sekülarizm, demokrasi gibi lafız ve kavramdan ibaret sloganlar olmuştur ama olan yine millete oluyor.

Ülke zarar görüyor.

Fakru zaruret içerisinde kıvranıp duran nice aileler, nice insanlar, daha önemlisi söndürülen ocaklar, yetim kalan çocuklar, dul kalan gencecik kadınlar ve yüreklere düşen kor ateş…

Olaylar vuku bulunduğu zaman da önemli insanlar tarafından sloganlar kullanılıyor, daha sonra birilerinin gözleri bağlanırcasına unutulup gidiyor.

Ama hukukla, adaletle, insan temel hak ve özgürlüğüyle, çağdaş bir medeniyet seviyesine ulaşmaya çalışan bir toplum bunu hak etmiyor.

Yazımızın başlığı olarak kullandığımız “Büyük Hüsran” ifadesinin anlamı da budur.

Dünün teröristi, bugünün bürokratı olmuştur.

Dünün terörizmi bugünün demokrasisi olmuştur.

Dünün zalimi bugünün adili ve âbidi olmuştur.

Sistem, bilerek özellikle bu uygulamayı yasallaştırmıştır.

Bu zulmün uygulamasını da gittikçe güçlendiriyor ve kapsamını genişletiyor.

Gerçekten bundan 30 sene önce dağa çıkan kişi DHKP-C’liyken, bugün PKK’lı olarak kendini lanse ediyor ve TBMM’nden maaş alıyor.

Dünün haini nerdeyse bugünün mayını olmuştur.

Mayın gibi patlar ve patlatır, her tarafı darmadağın eder.

Hem de devletin, onun için tanımış olduğu resmiyet ve devlet bütçesinden ona ayrılan bütçeyle.

Ve halkın oyunu alıp, meclise taşımakla ona en büyük meziyet kazandıran yine bu devlet, yine bu sistem.

Yani devletin bünyesinde yaşayan kirli ve piyon bir yapı…

* * *

Bakınız, sevgili okurlar.

Ülkemizde zulüm ve antidemokratik yaşam tarzı, bundan yüz sene evvel İran Şahı tarafından İran halkına da yapılıyordu.

Hem de dış güçlerin yardımı ve himayesiyle.

O sistem kraliyet sistemiydi, bizim bugünkü sistem de kraliyetin en kralını uyguluyor.

Aslında yalnızca bugün değil, 90 yıldan beri bu devam ediyor.

Merhum Mehmet Âkif Ersoy’un Şeyh Sa’di Şirazi’den iktibas ettiği bir beyti sizinle paylaşmak istiyorum.

“Riyâset be-dest-i kesânî hatâst

Ki ez destişân-ı desthâ ber Hudâst”

Manası şöyle;

“Zalim ellerinden halkın elleri

Allah’a açılmış hükümdarların

Hükûmet tahtında kalması hata

Onları oradan çekip kaldırın”

Âkif’in Şeyh Sa’di Şirazi’den iktibas etmiş olduğu bu beyit, çok önemli ve çok kapsamlı bir mana taşıyor.

Buradaki ifadede sadece iktidarda bulunan hükümeti kastetmiyor.

90 yıl önce yazılan bu yazının hedeflediği gerçek; kraliyet tipi, zulüme aşina olan yönetimlerin, milletlerin başındaki tasallutlarının kaldırılmasına yöneliktir.

Onun için Âkif diyor ki;

“Bu müthiş velvelen İran’ı daim inletir sanma!

‘Muzaffersin!’ diyen sesler bütün haindir, aldanma!

Belki takiyeciliktir, zaferyap olduğun kimdir

Düşün bir kere millet mi?

Adalet isteyen bir kavmi vurmak galibiyet mi?

Nasibin yok mudur bir parça olsun âdemiyetten (insanlıktan)

Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryada milletten

Emin ol bunca mazlumun yüreklerden kopan âhı

Tepeden indirir elbette bir gün Lanetullahı”

Âkif bir diğer beytinde de milletleri ve devletleri şöyle uyandırmaya çalışıyor;

“Baksana kim boynu bükük ağlayan?

Hakk-ı hayatın senin ey Müslüman!

Kurtar o biçareyi Allah için, artık ölüm uykularından uyan!
Bunca zamandır uyudun, kanmadın!

Çekmediğin kalmadı, uslanmadın!

Çiğnediler yurdunu baştan başa

Sen yine bir kere kıpırdamadın

Ninni değil dinlediğin velvele ve ağlamadır

Kükreyerek akmada müstakbele

Bir ebedi sel ki zamandır adı

Haydi, katıl sen de o coşkun sele

Dehşeti maziyi getir yadına

Kimse yetişmez yarın imdadına

Merhametin yok diyelim nefsine

Merhamet etmez misin evladına”

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Gerçekten Âkif’in akla, kalbe ve beyne hitap eden, mana değeri yüksek haykırışlarının kişilere yönelik değil, o günkü ittihat ve terakki cemiyetinin hükümetine yöneliktir.

Zira onlar ülkeyi bile bile I. Dünya Savaşı’nın içine soktular ve Devlet-i Âliyeyi Osmaniye mağlup oldu, dağıldı gitti.

Bugünkü otoritenin meşrulaştırmak istediği sistem ve düzen de aynı o günün uzantısıdır.

Ve Âkif’in o sözleri bugün de geçerlidir.

Ama düzene ve sisteme yöneliktir.

En derin saygı ve sevgilerimle.

Hayırlı Cumalar.