CUMHURİYET, MEŞVERET, HÜRRİYET! (II)

Evet, sevgili okurlar.

Hatırlayacağınız gibi dünkü sohbet yazımıza da başlık olarak “CUMHURİYET, MEŞVERET, HÜRRİYET” kavramlarını kullanmıştık.

Elbette ki bu kavramlar Türkçe kökenli değildir.

Arapça kökenlidir ve Osmanlı ıstılahına yerleştirilmiş, Türkçeleştirilmiş birer kavramdır.

Fakat her üç kavram da İslami kavramlardır.

Ama içi dolu kalmak kaydıyla İslami kavramlardır.

İçi boşaltılmış, İslami değerlerden uzaklaştırılmış, soysuzlaştırılmış kavramlar haline getirilmesi, cumhuriyetin kuruluşundan sonra olmuştur.

Zira gerçekten bin senelik yaşamış olan bir milleti dini, tarihi ve kültürel gerçeklerden uzaklaştırmak kaydıyla kurulmuş bir cumhuriyetin temel amacının; böylesine değerli kavramların içini boşaltıp, toplumu İslam’dan ve İslami değerlerden uzaklaştırma biçimi olduğu aşikârdır.

Açıktır ve nettir.

Kimse kimseyi kandırmasın.

Nitekim tarihçi yazar Mustafa Armağan’ın 30 Ekim tarihli köşe yazısındaki tespitleri bizim bu söylediklerimizi kanıtlamaktadır.

Nitekim yazar “Cumhuriyeti kuran gizli komite” başlıklı yazısında aynen şöyle söylüyor;

“Sizce de unutulmamış olacağı veçhile,  Müdafaa-i Hukuk Grubu içinde bugün mahkeme riyasetini iddia eden zatın da dahil bulunduğu muhalefet ve gizli bir komitenin teşkili ve…”

Yazarın bu söylemleriyle, bizim cumhuriyetin İslami ve dini kavramların içinin boşaltılmış olması, geç de olsa kamuoyuna yansıtılmıştır.

Geçmişe yönelik inancımıza, kültürümüze ve tarihimize karşı ne kadar barbarca uygulamalar, dayatmalar gerçekleştirilmiştir.

* * *

İnanın, sevgili okurlar.

Bunu bilmemek için, akıldan yoksun kalmak ve aptal olmak lazım.

Ya da gizlemek, söylememek ve susmak için de “Dilsiz şeytan” pozisyonuna girmiş durumunda olmak lazım…

Hani diyorlar ya; “Bunu Hindistan’daki Sağır Sultan bile biliyor”.

Evet.

“Cumhuriyet” kavramı; milli bir dayanışmaya, toplumsal bir sevgiye, kardeşliğe, ittifaka dayalı bir kucaklaşma demektir.

“Meşveret” ise aynı paralelde toplumsal milli değer ve meseleler hakkında istişare etme, danışma, meşveret yapma ve konulara ehil olan insanlara danışmak.

“Hürriyet” ise fikir, düşünce, inanç ve İslam’a dayalı toplumsal bir hayat serbestiyeti demektir.

Ancak ne yazık ki adeta bu kavramlar cumhuriyetimizin kuruluşuna dek tepeden tırnağa kadar tersyüz edilmiş, altı üstüne getirilmiş, yozlaştırılmış birer kavram durumuna girmiştir.

Zira başta ifade etmeye çalıştığım gibi, cumhursuz kurulan bir cumhuriyetin kökeni, dayanak noktası; dış orjinlidir, İngilizlerin direktifleri altında kurulmuş, İslami ve milli mana değerlerinden uzaklaştırılmış bir rejim biçimlendirilmesidir.

Nitekim yine buna da örnek gerekiyorsa, bakınız tarihçi yazar Mustafa Armağan’ın sosyal medya hesabından açıkladığı gibi, 1 Kasım 1928 tarihindeki Harf inkılâbı adı altında Osmanlı alfabesini kökünden kaldırıp Latin Alfabesini Türkçeye uyarlama şekli, yine söylediklerimizin açık kanıtıdır.

Bakınız, Mustafa Armağan’ın kaleminden bir iki paragrafı size aktarayım.

“Dünyanın hiç bir yerinde bir alfabenin unutturulması medeniyet/çağdaşlık diye yutturulamaz. Unutturma/yok etme barbarlıktır. Adını doğru koy"

“1 Kasım'ı unutma, unutturma.

94 yıl önce bugün Osmanlı Devletinin TBMM eliyle yıkıldığı gündür.

TBMM'ye çağrım: Osmanlıdan özür dileyin! 

"1 Kasım'ı unutma, unutturma.

88 yıl önce bugün bir barbarlık yaşandı.

Kur’an elifbası devlet zoruyla unutturuldu.

Harf İnkılâbı bir barbarlıktır."

Mustafa Armağan, harf inkılabı ile ilgili daha önceki açıklamalarında Türkiye'de 1 Kasım 1928 tarihinde Osmanlı Alfabesi'nin yerine, Latin Alfabesi'nin Türkçeye uyarlanmasındaki gerçek amacın İslam’dan ve Osmanlı’dan kopmak isteği olduğunu söylemişti.

Armağan, “Bütün diğer sayılan ‘Okuma yazma kolaylığı, çağdaş bir ülke haline geleceğiz, Arap harfleri Türkçeyi karşılamaya yeterli değildi’ gibi mazeretlerin haricinde asıl amacında; İslam’dan ve Osmanlı’dan kopmak arzusu yatıyordu.

Bunu gerçekleştirmek için bu yapıldı” demişti.

Armağan'ın sözleri şöyle devam ediyor:

“Harf inkılabı tek başına bir inkılap olsaydı belki 84 yıldır öğretilmeye çalışılan gerekçelere inanabilirdik.

Ama 1924 yılından beri Hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, liselerden Arapça ve Farsça’nın kaldırılması, Medeni Hukuk’un İsviçre’den getirilmesi gibi pek çok değişikliği düşündüğümüzde bir sürpriz değildi.

Cumhuriyetin mantığının bizi götürmek istediği yerin bir göstergesi. Bir İslam medeniyetinden çıkarıp bir garp, yani Batı medeniyetine transfer etmenin yöntemlerinden bir tanesiydi.

Biz bunu böyle görmezsek laf meselesi arasında kayboluruz.

Bunu açıklıkla söylemelerini beklerdik.

"Biz İslam medeniyetinden uzaklaşmak istiyoruz. Batı medeniyetine gitmek istiyoruz" diyemedikleri için böyle konuşuyorlar.”

“İsrail iki bin yıllık İbranice yazı sistemine tüm vatandaşlarının Latin alfabesini bilmesine rağmen geçti. Biz de 900 yıllık köklü bir medeniyet geleneğimizi bırakıp Latin Alfabesi’ne geçtik.”

“20. yüzyılda iki ülke harf inkılâbı yapıyor.

Bunlardan biri İsrail, birisi de Türkiye’dir.

Biz 900 yıllık geleneğimizi bırakıp bizi geri götürüyor diye Batı medeniyetinin kullandığı Latin Alfabesi’ni alıyoruz.

1948’de İsrail bütün vatandaşları Latin Alfabesi’ni bilmesine ve Batı dillerini konuşup yazmalarına rağmen Latin Alfabesi’ne değil de İsrail’in 2000 yıl önceki İbranice Afabesi’ni dirilttiler.

İsrail böyle İsrail oldu.

Yediğimiz domatesten tutun da F16’ların yazılımlarının yapıldığı ülke olduğunu düşünürsek alfabe onları geri değil ileri götürmüştü. Alfabenin bir milleti ileri veya geri götürmesi gibi bir durumu da yok. Çin, Japonya ve uzak doğu ülkeleri medeni olabildiler.

Latin Alfabesi ile biz 84 yılda nereye geldik?

İslam medeniyeti 11. ve 12. yüzyılda nasıl dünya medeniyeti oldu. Demek ki alfabenin tek başına bir ülkeyi medeni yapması gibi bir ihtimal yok.  

O yüzden Harf İnkılabı bu ülkenin kültürüne vurulmuş en büyük darbelerden bir tanesidir.

Kültürümüz inançlarımız ve değerlerimiz üzerinde çok büyük bir tahribat yapılmıştır."

* * *

Evet, sevgili okurlar.

Bu paralelde milletçe tarih ve kültürümüzü unutmamak kaydıyla, “Artık yeter” demeliyiz, kültürümüze dönmeliyiz, yitirmiş olduğumuz mirasımıza yeniden sımsıkı sarılmalıyız.

Zira devletlerin, özellikle İslam topluluklarını yöneten devletlerin ve o devlet yöneticilerinin temel görevleri ve milletin biçimlendirilme şekli topluma huzur getirmektir, ilim, ahlak ve teknolojiye dayalı milli ruhu sağlam tutmaktır.

Bunların hepsinden daha fazlası, topluma huzur getirmektir, müreffeh bir hale getirmektir, günlük hayatını korkarak endişeli bir şekilde geçirmek değil, huzur ve kardeşlik içinde yaşama şeklinin temini, dinimizin temel amaçlarındandır.

Bunlar muhafaza edilmediği müddetçe rastgele ne dinden bahsedilebilir, ne cumhuriyetten, ne meşveretten, ne de hürriyetten, ne de hukuktan ve demokrasiden.

Ancak tüm saydığımız bu kavramlar, İmam İbn-ü Teymiye’nin dediği gibi;

“Vilayet-i kûbra” denilen, İslami gerçeklerin uygulamasıdır.

Ama devletin, otoritelerin eliyle gerçekleştirilmesi gerekir.

İşte o zaman gerçek cumhuriyetçilik olur, demokrasi olur, hukukun üstünlüğü olur.

Yoksa ecdadımızın mirasına dayalı bu yüce kavramları ortadan kaldırıp, şekli ve suri bir hale getirmekle, o toplum hiçbir zaman kendini terörden arındıramaz.

Eğer böyle olmazsa mevcut rejimin gereği, hem de demokrasi adı altında yerel yönetimleri kokuşmuş anlayışların elinden kurtaramaz ve millete huzur ve mutluluk da getiremez.

Çarşı, pazar, sokaklar da çöp pisliğinden arındırılamaz.

En derin saygı ve sevgilerimle.